25 Nisan 2016 Pazartesi

Müzikle yatıp müzikle kalkanların adresi: Radyo Eksen partileri


Siz de benim gibi katıldığınız konser ve parti gibi etkinliklerden sonra sosyal medya hesaplarında paylaşılan fotoğraflarda kendinizi arayanlardan mısınız? Anılara değer verdiğim ve genelde bu tarz etkinliklerde çekilen bulanık ya da karanlık olmayan bir fotoğrafım olmadığı için çoğu zaman bunu yaparım. Yukarıdaki fotoğraf da tam bir sene önce katıldığım bir Radyo Eksen partisinden. Partinin gerçekleştiği Roxy Club'ın Facebook sayfasından bulmuştum bu resmi de. Eğlenirken, doğal bir poz. 

Üzerimde Led Zeppelin tişörtü var çünkü gidenlerin bildiği gibi Radyo Eksen partilerinin olmazsa olmazı partiye sevdiğiniz grubun tişörtüyle gitmektir. Partide etrafınıza baktığınızda Radyo Eksen dinleyici kitlesinin müzik zevkini de anlarsınız: "rock 'n roll'un ekseni" sloganlı radyonun sevenleri üzerlerine Arctic Monkeys, The Doors, Beatles, Morissey, The Smiths gibi pek çok çeşitli indie/klasik/brit rock müzisyenlerinin tişörtlerini geçirmişler ve müziğe vermişlerdir kendilerini. En güzeli de sizinle aynı grup tişörtünü giyen başka birilerini görüp içinizi sıcak bir mutluluğun kaplamasıdır. Partinin ortasında Arctic Monkeys çalarken üzerinizdeki aynı gruba ait tişörtü görüp "Bak, Arctic Monkeys çalıyor!" diyerek gelip size sarılan tatlı insanlarla karşılaşabilirsiniz. 

Bir nevi özel bir kulüp gibidir aslında, herkes ne kadar farklı görünse de orada ortak bir şeyleri paylaşırlar: rock müzik aşkını. Cihangir'de oturan hipster tasarımcıları da beyaz yakalı plaza insanlarını da üniversite öğrencilerini de görmek mümkündür. Dans pistinde sözlerini ezberlediği şarkıya bağırarak hep bir ağızdan eşlik edince hepsi bir olur.

DJ kabininde ise Radyo Eksen DJ'leri Gülşah Turgut, Gülşah Güray ve Güven Yıldız'ı görürsünüz. Hep radyoda seslerini duyup çaldıkları şarkıları takdir ettiğiniz o güzel insanlar kanlı canlı karşınızdadır ve en sevdiğiniz şarkıları çalarlar. Bazen bir şarkı 4 kere çalabilir yoğun istek üzerine, bazen sizin tişörtünüzü görüp o grubu çalabilirler, Doors'u en az bir kere duyarsınız. Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülşah Güray pistte dans edenlerin arasında karşınıza çıkabilir. Arada bir Blur'un davulcusu Dave Rowntree gibi ünlü isimleri de konuk DJ'ler olarak görebilirsiniz - biz geçen sene onun konuk olduğu partiyi kaçırmıştık maalesef çeşitli nedenlerden dolayı, hala içimde kalmıştır.

Şarkılar tam Radyo Eksen tarzındadır. Yani eski-yeni yabancı rock klasikleri. Blur'le 90'lar'a dalabilir, Franz Ferdinand'la 2000'lerden zıplayarak çıkabilirsiniz. Beklemediğiniz anda pat diye Arctic Monkeys'in en bilinenlerinden olmayan Brainstorm şarkısı çalabilir. "Bu şarkı neydi ya?" diye arkadaşınızın kulağına bağırdığınız veya shazamlayıp keşfettiğiniz birkaç şarkı mutlaka çıkar arada. Benim için bu şarkılar çok da hakim olmadığım İngiliz punk/post-punk gruplarından olur genelde. 

Genelde Roxy ve Babylon'da gerçekleşen Radyo Eksen partilerine ben şu ana kadar hep Roxy'de gittim. Renkli ışıkları, barı, dekorasyonu ve büyüklüğüyle benim için çok ideal bir yer burası. Basık değil, ses düzeyi de hiç rahatsız etmedi. Siz de Roxy'de gerçekleşecek bir Radyo Eksen partisi olduğunu duyarsanız arkadaşlarınızla bizim gibi temaya uygun olarak Hard Rock Cafe'de akşam yemeği yedikten sonra biraz yürüyerek Sıraselviler'deki Roxy'e gelebilirsiniz. 

Yalnız sezon bitiyor, mayıstan eylüle kadar İstanbul'da kadar böyle bir partiye rastlamanız mümkün değil. O yüzden bu haftasonu 29 Nisan Cuma günü Babylon Bomonti'de gerçekleşecek sezonun son Radyo Eksen partisini kaçırmamanızı öneririm. Ben utana sıkıla söylüyorum ki açılalı aylar olmasına rağmen Babylon Bomonti'ye henüz gitmedim. Duyduğuma göre çok güzel bir mekanmış, bu haftasonu keşfetmek niyetindeyim. Siz de sezonun son partisi için dans ayakkabılarınızı ve sevdiğiniz grubun tişörtünü hazırlayın ve kendinizi müziğe bırakın!

18 Nisan 2016 Pazartesi

Midnight Ramblers: Altın çağın groupieleriyle tanışın


Aslında blogumu açmadan önce de aklımda hep vardı groupieleri yazmak. Geçenlerde İngiliz bağımsız moda dergisi Dazed and Confused'un web sitesinde dolaşırken rastladığım Midnight Ramblers adlı kısa film de bu konuya giriş yapmak için fazlasıyla uygun olabilir. İsmini Rolling Stones'un Midnight Rambler şarkısından alan ve Wiissa'nın çektiği kısa film, rock müziğin altın dönemi sayılan 60'larda ve 70'lerde rock yıldızlarını etkileyen ilham perilerinin, stil ikonlarının ve artistlerin rüya gibi hayatlarını yeniden hayal ediyor. 

Rüya gibi derken her anlamıyla mükemmel bir dünyadan bahsetmiyorum. Belki de bizim hep hayal ettiğimiz ama hiçbir zaman yaşayamayacağımız şeyleri yaşamış olsalar da aynı zamanda en büyük kalp kırıklıklarını ve kayıpları yaşamış kişilerdir groupieler. 

Peki tam olarak kim bu groupieler? Türkçe'ye çevirmekte bir hayli zorlanacağımız groupieler basitçe müziğin ve müziği yapan insanların bir numaralı hayranları. Müziğin başlangıcından günümüze kadar hep varlardı ama en çok 60'lı ve 70'li yıllarla özdeşleştiler ve bu altın çağın perde arkasında, daha doğrusu sahne arkasında, "backstage pass"leriyle amfilerin üstüne oturup yapılan en güzel müziği dinlediler, rock yıldızlarını izlediler. Onlar, ilk grup tişörtlerini giyen kişiler. Yeni çıkan bir albümdeki, belki içlerinden biri veya birkaçı kendileri için yazılmış, şarkıları ilk dinleyenler. Odalarına müzisyenlerin posterlerini asan, günlüklerine bu müzisyenlerle yaşadıklarını döken, hatta bu günlüklerden kitap yapanlar. Bit pazarlarından vintage kıyafetler bulup giyen, rock yıldızlarına da birkaç moda tavsiyesi verenler. En çılgın makyajları hem kendilerine hem de Alice Cooper gibi çılgın müzisyenlere yapanlar. 

Onlar sahne önünde, sahne arkasında, müzik stüdyosunda, müzisyenlerin yatak odalarında. Ama esas olay, müzisyenlerle yatmak değil. Tabii ki olursa "neden olmasın?", ama gerçek bir groupielik; kaç rock yıldızıyla yattığının sayısını tutmak değil - hoş, öyle yapanlar da var ama onlar başka bir hikaye. Amaç; başka hiçbir şeyden alamadığın hazzı yaratan insanları yakından tanımak, onlarla bağ kurmak ve sadece eğlenmek. Bu eğlence ister bir konser çıkışı müzisyenlerle içmek olsun, ister o özgüven fışkıran yıldızların sahne ışıklarından uzakta en kırılgan hallerini görmek ve onları dinlemek olsun, ister de evet, onlarla yatmak olsun. 

Bütün bunları nereden biliyorsun, diyeceksiniz. Altın çağın rock müzisyenlerine büyük derecede hayranlık besleyince ve hayatlarını bazen bir akademisyen titizliğiyle araştırmaya başlayınca, groupielerin karşıma çıkmaması imkansız oldu. Bu yıldızların giydikleri bir kıyafetin, yazdıkları bir şarkıdaki karakterin sahiplerini öğrenince bu kişileri de araştırmamak olmazdı. Gördüm ki groupieler hayatlarını anlattıkları kitaplar yazmış, filmlere konu olmuş, hakkında belgeseller çekilmiş. Onları yakından tanıdıkça hayatlarına imrenmemek imkansız. Yani Tanrı aşkına, kim istemez ki alt katından gelen ve daha piyasaya çıkmamış ama geçen gün barda canlı dinlediği The Doors'un The End şarkısını duyup "kim çalıyor bunu" diye aşağı inince Jim Morrison'la karşı karşıya gelmeyi! Doğru zamanda, doğru yerde olmak bu olsa gerek. 

Elbette tamamen toz pembe bir dünya yaşıyorlardı diyemeyiz. O dönemin groupielerine bakarsak kimi bu hayatı bırakıp inzivaya çekildi, kimi rock yıldızlarından biriyle evlendi ya da menajeri oldu fakat karanlık tarafa düşenler de oldu: fazla hızlı ve tehlikeli yaşayıp genç yaşta hayatını kaybedenler. Hem fiziksel hem ruhsal olarak incelediğimizde aslında -her ne kadar kendi istekleriyle seçmiş olsalar da- zor bir hayatları olduğunu görebiliriz. Düşünün, bir müzisyene çok bağlanıyorsunuz ama sadece sizin şehrinize geldiğinde görüşebiliyorsunuz onunla, çünkü hep turda ya da evli. İster istemez bağlanmamaya çalışıyorsunuz ama derinlerde onlardan biriyle yuva kurup sakin bir hayat yaşamak istiyorsunuz.  Uyuşturucu ve diğer kötü alışkanlıklara girmiyorum bile, o dönemi hasarsız atlatanlara şaşırıyorum.

Groupieler, sürtük değil. Yıldız avcısı değil. Çok sevdikleri müzik için oradalar: o müziği üretenleri tanımak ve onlarla takılmak için. Ayrıntılar da groupieye ve rock yıldızına göre değişir: genelleme yapmak doğru olmaz. Ama groupieleri "rock yıldızlarıyla yatan kızlar" diye tanımlamak çok yanlış olur. Onlar müziği çok seven ve müzisyenlere yeri geldiğinde anne, kız kardeş veya sevgili olabilen, aslında sizin benim gibi insanlar - sadece birlikte oldukları insanlar fazla yaratıcı ve ünlü.

Burada Pamela Des Barres'a kulak vermek lazım - kendisi demin bahsettiğim olayda Jim Morrison'la karşılan kişi ve hayatı boyunca groupie kelimesini ayrıntılandırmaya çalışıp kavramın itibarını düzeltmeye çalışan "groupielerin kraliçesi":

"Onlardan ilham aldığımız kadar biz de onlara ilham veriyorduk. Çok eşitti. Bizi seviyorlardı çünkü eğlenmek için cesaretimiz vardı. Onlara bakıyorduk, kıyafetlerini seçiyorduk ve gidilecek en iyi restoranları gösteriyorduk."

Pamela Des Barres'ın hayatı, kitapları ve belgeselleri hakkında ayrıca yazılar yazacağım. Ama şimdilik, Pamela'nın I'm With The Band kitabından esinlenen Wiissa'nın çektiği bu güzel kısa filme bakarak o dönemi bir an için gözünüzün önüne getirebilirsiniz. Ben ilk izlediğimde kızları gerçekten modern groupieler sandım, o kadar inandırıcılardı. Aslında hepsi model ama başarılı bir sytlingle; kürk montları, mini etekleri, platform topukluları ve minik boncuklu göz makyajlarıyla adeta 60'lı ve 70'li yıllardan fırlamış groupieler gibiler. Bahsettikleri şeylere kulak verin, bu yazıda anlatmaya çalıştığım şeylerin hayat bulmuş hâlini izleyince daha da iyi anlayacaksınız.

11 Nisan 2016 Pazartesi

"Everything You've Come To Expect", The Last Shadow Puppets'tan beklediğimiz her şey mi?


Eğer sizin de sevdiğiniz müzik gruplarının çoğu son albümlerini doğumunuzdan en az 20-30 yıl önce çıkardıysa, grup üyelerinin en fazla yarısı bu dünyadan göçmüşse, beni anlarsınız.

Tarz değişimlerine birebir tanık olmamışsınızdır. Yeni albümlerinin çıkışına geri sayım yapmamışsınızdır. Konser turları söz konusu bile değildir. En fazla yeni çıkan bir "best of" ya da restore edilmiş, araya da birkaç farklı orijinal "take" yerleştirilmiş albümlere razı olmak zorunda kalırsınız. Belki artık dedeniz yaşında olan eski grup üyesinin dünya turuna çıktığını duyunca bir yandan sevinip bir yandan iç geçirirsiniz, özellikle sizin ülkenize gelme ihtimali çok düşükse... (konser organizatörleri...size sesleniyorum!)

The Last Shadow Puppets, Arctic Monkeys ile birlikte çok sevdiğim güncel gruplardan biri. AM solisti Alex Turner'ın yakın arkadaşı Miles Kane ile kurduğu TLSP, ilk albümleri The Age of the Understatement'ı 2008'de çıkarmıştı. Ben o zamanlar henüz hayranları değildim ama geçen sene bugünlerde o albümün şarkılarını dinleyip hayran kalıyordum - ve açıkçası yakın zamanda bir reunion beklemiyordum İngiliz "kanka"lardan. Geçen sonbahar, artık AM de yeni albüm çıkarmıyor diye üzülürken TLSP'nin yeni albüm hazırlığında olduğu dedikodularını duymak heyecan verici oldu. Artık çıkacağı tarihe gün sayabileceğim bir albüm vardı!

Ocak'ta ilk single olan "Bad Habits" çıktı ve ilk dinleyişte beni ve pek çok hayranı hayal kırıklığına uğrattı. Bir önceki albümlerine kıyasla sert, ve sanki sadece kendi aralarında eğlenmek için yazılmış bir şarkı izlenimi veriyordu. Deneysel diyebileceğimiz klibi de üstüne gelince "Bunların o eski coşkulu ergen İngiliz hâlleri gitmiş, Los Angeles'a yerleşmiş eşofman giyen tiki rockstarlar olmuşlar" diye düşünüp hafif bir burun kıvıranın bir tek ben olmadığını görüyorum internetteki yorumları okuyunca. Ama yine de çok ön yargılı olmak istemedim ve bekleyelim bakalım, dedim. Dinledikçe de sevdiğimi gördüm. Miles Kane'in baskın olduğu şarkı, ele tarak aldırıp lip-sync yaptıracak derecede gaza getiriyor aslında.

Mart ayında 3 yeni single daha yayımladılar: albümle aynı adı taşıyan Everything You've Come To Expect, Aviation ve Miracle Aligner. EYCTE, aralarında belli belirsiz farklar olan 8 versiyonlu klibiyle "Bu tatlı şeyler ne yapıyor yine?" dedirtti. Bir sahilde kumlara gömülmüş, sadece kafaları gözüken Alex ve Miles, batan (veya doğan?) güneş, kumsala vuran ve arada bizimkilerin saçlarını ıslatan dalgalar ve kızgın ve hüzünlü şekilde dans eden güzel bir kadın. Bad Habits'le alakası olmayan, yavaş ve derin bir şarkı. Alex ve Miles'ın bir kez daha Lennon/McCartney kıyaslaması yaptıran güzel harmonik vokalleri ve Beatles'ın Being for the Benefit of Mr. Kite şarkısını andıran tınısıyla hayranlara "TLSP geri döndü!" dedirten bir şarkı olmuş.

Hemen ardından gelen Aviation, çıtayı daha da arttırdı. Hayranlara "İşte bu!" dedirten, tam TLSP havasında bir şarkı. Dinamik ama gizemli, nakaratına eşlik ettirerek coşturuyor, adeta James Bond havasında. Zaten neden hâlâ bu ikiliye bir Bond filmi şarkısı yazdırmadıklarını anlamıyorum, hep dedikodular çıkıyor ama sonra asılsız olduğunu öğreniyoruz. Klibinde gerek *spoiler alarmı!* Miles'ın kötü adamı öpmesiyle hayranları, özellikle Milex fandom'ına (ne olduğunu sormayın!) bağlı olanları, heyecanlandıran gerek "hmm bu eskinin cılız mop-top saçlı çocukları vücut çalışmış adam olmuş" dedirten ikilinin ellerinde küreklerle kum kazma sahneleriyle yüreklere su serpti Aviation.

Son single Miracle Aligner da pastanın üstündeki kiraz gibi: Alex Turner'ın müzisyen arkadaşı Alexandra Savior ile yazdığı ve AM'in Suck It And See albümünün havasını andıran şarkı, albümün ağır toplarından.

Bu singlelardan sonra sonunda 1 Nisan'da albüm yayımlandı. Albüm kapağını dans eden bir Tina Turner süslüyor 1969'da çekilmiş bir fotoğrafıyla. Bana TLSP'nin ilk albüm kapağını anımsattı, o da 1962'de çekilmiş bir kadın modelin fotoğrafıydı. Alex ve Miles'ın 60'lar sevgisini ve aldıkları ilhamı görebiliyoruz bu kapaklarda.

Çıktığı gün heyecanla Spotify'ı açıp tüm albümü dinledim. Ve tahmin ettiğim gibi, bayıldım! Albümü kapatan şarkılar The Dream Synopsis ve The Bourne Identity, Submarine filminin soundtrackiyle benzer "dreamy" sounda sahip oluşuyla dikkatimi çekti; Alex'in parmağı olduğu her notadan belli. Favorilerimden biri Sweet Dreams, TN oldu; gerek 1950'lerden bir Elvis Presley coverı dinliyormuş hissi uyandıran ritmi ve vokali gerek Alex'in Tennessee'li model sevgilisi Taylor Bagley'e yazdığını belli eden sözleri nedeniyle...

"...You're the first day of spring
With a septum piercing
Little Miss Sweet Dreams, TN"

Severiz böyle kanlı canlı ilham perilerine selam çakılmış şarkıları...

İlk albümdeki gibi yaylılarla süslenmiş, biraz countryden biraz funktan esinlenilmiş tınılarıyla barok pop ve deneysel rock diye kategorilendirmeyi rahatlıkla yapabileceğimiz Everything You've Come To Expect", evet, kendileri daha iyisini yapana kadar The Last Shadow Puppets'tan beklediğimiz her şey.

Albümü şuradan dinleyebilirsiniz.

4 Nisan 2016 Pazartesi

Merhaba Müzik!

"Beatles dinliyorum, sen bilmezsin."

İlkokul çağındayken müzik konusunda ufkumu açmış bir arkadaşımın, başka bir arkadaşımızın ona ne dinlediğini sorması üzerine verdiği cevaptı bu. O zamanın son model Ipod'uyla bu "eski ve sıkı gruplardan Beatles'ı" dinleyen arkadaşımın bu cevabını duyunca: "Vay canına, ne kadar cool!" diye düşünmüştüm. O zamanlar o yaşta kim Beatles dinliyordu ki, değil mi? Ben henüz sadece birkaç şarkısına aşinaydım; sadece iyi, etkileyici ve eski bir grup olduğunu biliyordum, o kadar. 

Aynı dönemde okulda sene sonu gösterisinde sergilediğimiz bir skeçte bir tipleme vardı: Yesterday söyleyen İbrahim Tatlıses. Evet, bizzat Beatles'ın Yesterday'i. Abartılı bir Türk aksanıyla şarkının ilk kıtasını söyleyen arkadaşımıza çok gülüyorduk, bir yandan da mp3 çalarımdan Yesterday'i dinlemeye başladığımı hatırlıyorum. "Güzel şarkıymış!"

Sonraki yılları özet geçersek... Pek çok türden pek çok şarkıyı deneyimledim; bir yandan yine o Beatles dinleyen arkadaşımın önerisi üzerine The Doors ile kısa bir tanışma dönemi geçirdim, bir yandan dönemin popüler şarkıcıları ve gruplarıyla ergenlik dönemine girdim: Shakira, The Black Eyed Peas, Justin Timberlake... Ah, bir de seksenler dönemimi unutmayalım: Modern Talking'in solisti Thomas Anders'e duyduğum ilginç hayranlık- evet, onun tarzında mokasenler ve bol kazaklar satın almak isteyecek kadar seviyordum-, Michael Jackson'a olan büyük aşkım... The Way You Make Me Feel'in klibindeki bir sahneyi durdurup saatlerce resim çizdiğimi hatırlıyorum, forumlarda bile yazıyordum 13 yaşımdaki hâlimle! VH1 kanalında bir klibinin çıkmasını beklerdim, evet Youtube vardı ama beklenmedik zamanda videoya rastlamak her zaman daha heyecanlıydı. Thriller 25. yıl özel versiyon CD'si, tek başıma aldığım ilk albümdür. O zaman henüz aramızdan ayrılmadığını da not düşmek isterim Pop'un Kralı'nın... 

Liseye başlarken biraz daha sertleşerek Metallica ve Guns 'N Roses da sık dinlediğim gruplardan oluverdi. Sınıfta gitar çalan çocuklar vardı, lise gruplarını bilirsiniz, özellikle rock müziğine meraklı pek çok genç erkeğin kendileri gibi müzisyenler bulup ilk hayallerini gerçekleştirdiği gruplar... Slash ve Gibson Les Paul'unu çok seviyordum. Çok seksiydi!

Amadeus filmini izlememle klasik müziğe hızlı bir dalış yaptım. Mozart'ın biyografilerini okumaya, operalarına gitmeye başladım. Algıda seçicilik olsa gerek: ilgilendiğin müzik dalında ne kadar çok aktivite oluyordu aslında İstanbul'da! 1. Opera Festivali şansıma tam bu zamanda gerçekleşti. Yıldız Sarayı'nda Saray'dan Kız Kaçırma Operası'nı izlemek çok keyifliydi elimde Almanca aryaların İngilizce çevirileriyle. Ama bu, başka bir yazının konusu...

Ve sonunda olan oldu: hayatımı çok büyük ölçüde etkileyecek bir şey gerçekleşti... Beatles'a hayran oldum! Gerçek anlamıyla, her açıdan bir fangirl. Nasıl mı oldu? Hâlâ bilmiyorum. Yıllar boyunca hep birkaç şarkısını bilerek ve rastgele dinleyerek yaşadım. Ve bir gün yine shuffle'da denk gelmiş olmalı ve "bu adamlar bayağı iyiymiş aslında" diye düşünmüş olmalıyım ki diğer şarkılarını ve kendilerini araştırmaya başladım internetten. 

Başlayış o başlayış! Hayatlarını, felsefelerini, müzik tekniğinden anlamasam da şarkılarında hangi ölçüleri kullandıklarını, meditasyona olan ilgilerinin nasıl başladığını (George Harrison'ın eşi Pattie Boyd'un Maharishi Mahesh Yogi'nin İngiltere'de bir semineri olduğunu diğerlerine haber vermesiyle birlikte), Paul McCartney'nin neden bıyık bıraktığını (1966'nın sonbaharında geçirdiği küçük bir kaza sonucu dudağının üstünde oluşan bir yarayı kapatmak için) ve bu tarz her türlü gerekli gereksiz bilgiyi bilir hâle geldim. Hayatımın background müziği oldular, hatta direkt foreground müziği! Biriyle tanışıp ondan hoşlanmaya başladığımı hissettiğimde "I've Just Seen A Face"i tekrar tekrar mırıldandım. En üzgün anlarımda Paul'a kulak verip "Let It Be" dedim. 17 yaşıma girdiğimde I Saw Her Standing There'in "Well she was just seventeen..." diyerek devam eden sözlerine uyum sağladığım için mutlu hissettim. 

İşin beni büyüleyen tarafı, hayranlığımda hiçbir azalma olmadı. Hâlâ aynı hazzı alarak dinliyorum şarkılarını, hâlâ onlar hakkında bir şeyler keşfettiğimde aynı heyecanı duyuyorum. Ve hâlâ zamanda geri gidip onlarla tanışma hayalim var. Aslında hayalden de öte, bunun bir şekilde gerçekleştiğine ya da gerçekleşeceğine inanıyorum. Neden olmasın?

Beatles, sadece kendine hayran bıraktırmadı beni: onlar sayesinde 60'ların ve 70'lerin büyülü dünyasına adım attım ve bir daha çıkmadım. The Rolling Stones, Led Zeppelin, Bob Dylan gibi gelmiş geçmiş en iyi grupların hayranı oldum. Woodstock, Isle of Wight gibi festivalleri kaçırdığıma üzüldüm. Mod'la başlayıp hippie'ye uzanan moda ağırlıklı yaşam tarzına aşina oldum, ilham aldım. Dönemin psikolojisini, ünlü simaların neden birer birer uyuşturucu batağına saplandığını ya da intihar ettiğini anlamaya çalıştım. O dönemi dolu dolu yaşamış Pamela Des Barres gibi groupielerin kendi acıtatlı dünyalarını anlattıkları veya Keith Richards gibi efsanelerin anılarından bahsettiği kitapları okudum; belgeseller izledim. Günümüz sanatçılarının, özellikle müzisyenlerin, bu çılgın dönemden nasıl etkilendiğini gördüm.

Ve kendimi oluşturdum! Benliğimi. Bütün bu bilgiler, sesler, görüntüler; beni besledi. Bir müzisyen olmasam da sevdiğim müziği yapan insanları tutkuyla takdir etmemi sağladı. Şu anki dünyamdan kaçmaktan ziyade bana ikinci hayatımı yaşamak isteyeceğim ekstra bir dünya sundu. Benim gibi kişiler olduğunu fark etmemi sağladı her yerde. Sanat ve felsefe konusunda ufkumun açılmasını sağladı. Beni İngiltere'ye bile götürdü. Verdiğim her kararı, tanıştığım her kişiyi bir şekilde etkiledi bu tutkum.

Bu blogu yazmamı da!

Hayatımı, duygularımı ve düşüncelerimi ifade etmeyi sevdiğimi fark ettim, eh, sonuçta 14 yıldır günlük tutan bir insanım! Ve paylaşmayı en çok sevdiğim şey: müzik. Müzik, hayatımın her yerinde. Ve tıpkı Madonna'nın dediği gibi: 

"Music makes the people come together"...

İşte beni sizle, sizi benimle birleştirdi müzik! Bu blog sayesinde birlikte 1967'de Los Angeles'ta bir gece kulübüne de gidebiliriz, yeni çıkan bir grubun konserine de; müzisyenlerin ilham perilerini de tanıyabiliriz, bir müzikal biyografinin etkileyiciliğini ve doğruyu ne kadar yansıttığını da tartışabiliriz. Hadi gelin, bu büyülü dünyayı birlikte keşfedelim!