26 Eylül 2016 Pazartesi

Brian Wilson'ı anlama kılavuzu: Love & Mercy


Beach Boys'u az çok bilen herkes, grubun beyninin Brian Wilson olduğunu bilir. Kaliforniyalı, 1963 yılında patlayan grup, Beatles ile birlikte biri Amerika biri İngiltere kulvarında yarışırcasına tüm zamanların en iyi müziğini üretecekti o yıllarda. 

Beach Boys'un, ilk birkaç yılında Kaliforniya'da sörf yapan temiz, sarışın Amerikalılar imajının sonsuza kadar gidemeyeceğini ilk fark eden Brian'dı. 1966'da Pet Sounds albümünü yapıp hem müzikte hem sözlerde grubu zamanın ötesine uçuran kişi de Brian'dı. Kafasının içinde sesler duyan, bu sesleri bazen susturamayan bazen de şarkılara dökmeye çalışan kişi de Brian'dı. Bu onun hem en büyük yeteneği hem de laneti olacaktı.

Love & Mercy filmi de Brian Wilson'ın bu durumuna odaklanıyor. Brian'ı iki karakter üstünden anlatıyor: 60'ların sonuna doğru Pet Sounds albümünü kaydederkenki genç Brian ve 80'lerin sonunda bir nevi karanlık çağını yaşayan daha yaşlı Brian. Genç Brian'ı kendisine bir hayli benzeyen Paul Dano, Yaşlı Brian'ı ise müzik filmlerinin usta ismi John Cusack canlandırıyor. Bu kronolojik gitmeyen biyografi filmi tarzını sevdim ben, birkaç hafta önce yazdığım Get On Up filmi gibi. Usta bir senaryo ve usta bir yönetmen, tutkularını da katarak çekerse mükemmel işliyor ki Love & Mercy filminde de böyle olmuş. Yönetmen Bill Pohland ve yazarlar Oren Moverman ve Michael A. Lerner, Brian Wilson'ı öyle bir anlatmış ki o karmaşık, hassas ve yetenekli kişiliği biz seyirciye geçirmeyi başarmış.

Film, Genç Brian'ın ve Yaşlı Brian'ın hayatlarından kesitler hâlinde gidiyor. Bir yandan Genç Brian, kardeşleri ve kuzeni Mike Love'dan oluşan diğer grup elemanlarına yazdığı müziği ikna ettirmeye çalışıyor, öbür yanda da Yaşlı Brian bir araba satıcısı Melinda Ledbetter ile tanışıyor ve psikotik terapisti Eugene Landy'nin ele geçirdiği hayatı değişiyor. 

Genç Brian'ın olduğu sahneler fazlasıyla hassas. Lüks ve cennetten çıkmış gibi gözüken Kaliforniya evlerinde hayatın çok da mükemmel olmadığını görüyoruz. Brian'ın eskiden beri arasının kötü olduğu babasıyla uğraşmasını, kardeşlerine yazdığı müziği ve klasikleşmiş harmonilerini söylemeyi göstermesini, özellikle kuzeni Mike Love'ın kabullenmekte zorlandığı yeni müzik gidişatını ikna etme çabalarını izliyoruz. Ama sadece izlemiyoruz, yaşıyoruz. Brian'ın stüdyoda çalışmayan bir kulaklıktan duyduğu kaotik sesleri sanki o an biz duymuşuz gibi rahatsız oluyoruz, hâlâ sörf ve kızlardan bahsetmek isteyen çünkü bunun denenmiş ve onaylanmış Beach Boys formülü olduğunu düşünen babasına ve Mike Love'a sinir oluyoruz, onun depresif hallerini biz de yaşıyoruz adeta. Bu, yönetmen ve senaristler kadar Paul Dano'nun da ustalığı sayesinde oluyor kesinlikle. Dano, sanki Brian Wilson'ı oynamak için yaratılmış.

Yaşlı Brian'ın olduğu sahnelerse çok daha gerilimli. Genç Brian sahneleri gün batımının ve deliliğin kırmızı rengindeyse, John Cusack'in o donuk ama anlamlı ifadesiyle hayat verdiği Yaşlı Wilson'ın olduğu kesitler mavi renkte. Durgun, sakin ama fırtına öncesi sessizlik gibi. Güzel, akıllı ve cesur Melinda Ledbetter'ı canlandıran Elizabeth Banks, adeta kanatsız bir melek gibi. Hatta fazlasıyla melek gibi olduğu için biraz şüphe ettiriyor acaba film tek taraflı yazılmış olabilir mi diye, sonuçta filmin danışmanlarından biri Melinda. Onun yanında daha pasif kalan Brian ona yüzde yüz güvendiği için "Melinda onaylıyorsa doğrudur." demiş bir de. Ama biraz araştırınca anlaşılıyor ki stüdyoyu tam bir Brian Wilson tarzında pat diye ziyaret eden Brian, film hakkında oldukça tatmin olmuş. Filmin, onun sadece iki dönemine odaklanmasını da mantıklı bulmuş. Yönetmen ve senaristlerin de derslerine doğru çalıştığı belli olunca şüpheler kalkıyor.

Paul Giamatti, yine çok egzantrik bir karakteri oynuyor: Dr. Eugene Landy'i, yani Brian'ı çok önemsiyormuş gibi gözüken ama aslında ona psikolojik şiddet uygulayan ve onu resmen sömüren terapisti, bir nevi çarpık bir baba figürü. Sözde Brian'ın akıl sağlığını korumak için ona yüksek dozda ilaçlar veriyor, her şeyini kısıtlıyor, evini işgal ediyor. Brian'ın o dönemki ruh hâli ise John Cusack'in yansıttığı gibi: hayattan bezmiş, bir nevi bitki gibi yaşayan ama hâlâ müzikal yeteneğini kaybetmemiş fakat bunu yansıtamayan biri. Kendine güveniyor ve olgun ama birinin onu çekip çevirmesine ve kendine getirmesine ihtiyacı var.

Bu "biri", o zamana kadar Eugene iken, Melinda ile tanışıyor ve yıllar sonra aşkı buluyor. Ona tüm çıplaklığıyla hayatını anlatıyor, saklayacak bir şeyi yok. Melinda önce çok şaşırsa da Brian'a bağlandıkça ve kimsenin göremediği gerçek Brian'ı gördükçe onun yanında olma isteği artıyor. Eugene'in ona neler yaptığına bizzat şahit oluyor ve bu duruma bir son vermek için çok uğraşıyor. 

Brian Wilson'ın filmde en sevdiği sahneler, Yaşlı Brian ile Melinda'nın birbirlerine çok yakın olduğu sahnelermiş. Mesela piyanonun başında konuşurken. John Cusack'in bakışları ve mimiklerinin çok iyi olduğunu söylüyor ki gerçekten öyle. Bundan bile anlayabiliyoruz Brian'ın ne kadar hassas ve duygusal biri olduğunu aslında.

Filmin en sevdiğim sahneleri, stüdyoda geçen sahneler olsa gerek. Beatles ile yaşadıkları tatlı rekabetin de hat safhada olduğu 1966 yılında Brian'ın kardeşleri turdayken kendini stüdyoya kapatıp yaratıcının doruklarında bir albüm olan Pet Sounds'u kaydettiği sahneler... Bisiklet kornası ve hayvan sesleri eşliğinde geçen stüdyo kayıtlarında Brian'ın tatlı stüdyo müzisyenlerine hep cümlenin sonuna "please" diyerek direktifler vermesi... Özellikle Good Vibrations şarkısını yazdıp kaydettikleri sahneye dikkat çekmek istiyorum. Öyle bir şarkı ki bu filmden sonra loop'a alarak defalarca dinledim, sıkılmadan ve bıkmadan. 

Sorunlu, hassas ve Tanrı vergisi bir yeteneği olan bir dâhiyi daha yakından tanımak ve anlamak, tüm zamanların en etkileyici ve yenilikçi şarkılarından bazılarının nasıl yazılıp kaydedildiğini görmek ve gerçek aşkın getirdiği cesaretin ve fedakarlığın bir adamın hayatını nasıl kurtardığına tanıklık etmek istiyorsanız, Love & Mercy filmi tam size göre.

19 Eylül 2016 Pazartesi

Stil ikonu: Sgt. Pepper lansman partisinde Linda McCartney

1967 yılının 19 Mayıs gününde ülkemizde Gençlik ve Spor Bayramı kutlamaları yapılırken İngiltere'nin Londra kentinde, tam olarak 24 Chapel Street adresinde gelmiş geçmiş en iyi albümlerden biri kabul edilen Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band'in basın mensupları için lansman partisi yapılıyordu.

Beatles'ın aylardır üstünde çalıştığı albüm şerefine menajerleri Brian Epstein'ın antikalarla döşeli evinde verdiği partiye gazeteciler, fotoğrafçılar ve DJ'ler katılmıştı. Fotoğrafçılardan biri de iki sene sonra Paul McCartney ile evlenecek ve hayatının sonuna kadar evli kalacak Linda Eastman, ya da sonradan bilinen adıyla Linda McCartney idi.

Aslında Linda ve Paul çoğu kişinin bildiğinin aksine o partide tanışmamıştı. Birkaç gün önce Londra'nın meşhur gece kulüplerinden biri olan Bag O'Nails'de  tanışmışlardı. Amerikalı Linda, o zaman bir rock fotoğrafçısıydı ve kendi vatanında fotoğrafladığı Jim Morrison, B.B. King ve Janis Joplin gibi isimlerden sonra İngiltere'ye Beatles'ı çekmek için gelmişti. Kader de onları daha bu fırsatı bulamadan meşhur bir gece kulubünde bir araya getirmişti. Birkaç gün sonra Brian Epstein'a portfolyosunu bırakan Linda'ya Brian olumlu geri dönüş yapınca ve Sgt. Pepper albümünün lansman partisine çağırınca kaderin çarkları bir kere daha dönmeye başlamıştı.

Paul, kızı Mary McCartney'e annesi Linda ile tanışmalarını şöyle anlatıyor:



Bu kadar efsane bir çiftin tanışma hikayesi de gerçekten efsane. 1969'dan 1998'e kadar neredeyse her günleri birlikte geçen, birlikte müzik yapan, turneye çıkan, 4 çocuk yetiştiren, vejetaryen olup hayvan haklarını savunan; müzik dünyasının en meşhur çiftlerinden birinden bahsediyoruz.

Bu çiftin ikinci bir araya gelişi olan Sgt. Pepper partisi, 1967 yılına yaraşır bir şekilde herkesin çok tarz giyindiği bir partiydi. Çizgili ceketler, şal desenli ve fırfırlı gömlekler, fularlar havada uçuşuyordu. Beatles'ın tarzına en hayran olduğum etkinlik budur herhalde. Linda da bu grubun en doğal, samimi ve zirvedeki hallerini yakalayan bir fotoğraf çekmiştir bu partide:



Ama dikkatimi çeken sadece Beatles değil, özellikle Paul'a çok hayran olan biri olarak onun tanıştığı ve aşık olduğu kadının da tarzı. Linda, Beatles sevgilileri/eşleri içinde belki de en sade ve doğalı olmuştur hep. Ama bu doğallık, ne zevksiz birinin düşünmeden üzerine bir şeyler geçirmesiydi ne de bakımsız bir hippie tarzıydı. Amerika'nın göbeği Arizona'dan gelmiş, 60'ların en çılgın günlerinde en "hip" sanat ve müzik camiasında bulunmuş ve kendi "çabasız" stilini yaratmış birinin tarzıydı.

Sgt. Pepper partisinde de giydiği çizgili siyah-beyaz ceketi, eteği, kısa sarı saçları, sade makyajı ve elinden düşürmediği fotoğraf makinesiyle çok cool duruyordu.





Linda'nın bu stilinden aldığım ilhamla -çizgili olmasa da- 60'lar stili siyah-beyaz ceketimi ve kadife eteğimi üstüme geçirdim ve kendi kombinimi yarattım. Söylemem gerekiyor; ceket-etek kombinini hem maskülen hem de feminen hissettirdiği için çok sevdim, kendine güvenen bir havaya giriyorsun anında. Elimdekini Linda'nın analog Nikon kamerası gibi düşünün, kameranın odak noktası ise Paul... Bir yandan onu çekerken bir yandan da soruyorum: "Söylesene Paul, Sgt. Pepper fikri kimden çıktı?"





Bonus:

Tam da bu anların geçtiği bir sahne var Paul ve Linda McCartney'nin hayatını anlatan The Linda McCartney Story filminde. Ben bayılıyorum, o parti çok başarılı yaratılmış her şeyiyle birlikte.


12 Eylül 2016 Pazartesi

1 Sergi 1 Kitap 1 Film

Bu hafta size ballandıra ballandıra anlatmak istediğim 60'lı yılların pop kültürüyle ilgili 3 haber var:


1 Sergi


İlk ve tek gidişimde hayran kaldığım, Londra'nın en güzide müzelerinden Victoria and Albert (V&A) müzesi, şu günlerde çok heyecan verici bir sergiye ev sahipliği yapıyor ve "Keşke ben de gidebilsem!" dedirtiyor. 10 Eylül'de açılan You Say You Want a Revolution sergisi adını Beatles'ın 1968 tarihli Revolution şarkısından alıyor ve efsane on yılın ortasından başlayan hareketliliğe odaklanıyor. 

Sadece müzik ve moda dünyası değil; kadın hakları, Vietnam Savaşı, 1968 Paris öğrenci olayları gibi dünyayı değiştiren sosyal olaylar da serginin ilgilendiği konular arasında. Bu sergide kürtajın yasallaştırılması hakkında bir poster de görebilirsiniz, bir kredi kartındaki yazıdan kadınların tamamen kendilerine ait bir kredi kartına 60'larda henüz sahip olamadığını öğrenip şaşırabilirsiniz. 

Elbette müziğin en üretken dönemlerinden biri olan 1965-70 yılları arasına odaklanan bir sergiden müzikle ilgili de çok şey beklersiniz. Tıpkı bir önceki çok ses getiren David Bowie sergisi gibi V&A bu sergide de bir kulaklık veriyor size ve sergiyi gezdikçe yıla ve olaylara göre çalan şarkılar değişiyor. Bir odanın duvarında Bob Dylan efsanevi Subterranean Homesick Blues klibinden fırlamışçasına yere kağıda yazılı sözleri atıyor, bir odada yere döşenmiş çimlere uzanıp Woodstock'a gidebiliyorsunuz, başka bir yerde Beatles'ın ikonik Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band albüm kapağında giydiği kıyafetleri kanlı canlı görebiliyorsunuz.

Anlayacağınız bu sergide 60'lı yıllarla ilgilenenler başta olmak üzere o dönem hakkında bilgi sahibi olmak isteyecek herkese göre bir şey var. Anlaşılan çok başarılı bir şekilde düzenlenmiş, bunu 60'ların çoğu kişi tarafından bilinmeyen ya da unutulmuş noktalarına da değinmiş olmalarından anlayabiliyoruz. 

60'lar sevgisi hiç bitmiyor ve uzun süre de bitmeyecek gibi görünüyor. Bu sergi, bunun kanıtı. Benim gibi 60'larla yatıp kalkan birinin Mekke'si gibi görünen Londra'nın beşiğindeki bu sergi 26 Şubat'a kadar açık. Bu süre zarfında Londra'ya yolu düşecek olanlar kesinlikle ziyaret etmeli- kim bilir, belki benim de yolum düşer.


1 Kitap


Blogumun 'hakkında' bölümünde boşu boşuna "Bir yanı 1966'da Londra'da yaşıyor" yazmıyor. 1966, gerçekten özel bir yıl. İngiliz yazar ve müzik gazetecisi Jon Savage da bunu fark etmiş olmalı ki başlı başına sırf 1966'nın pop kültürünü anlatan bir kitap yazmış. 1966 kitabında 60'ların kırılma noktası diyebileceğimiz yılı tüm ayrıntılarıyla ele almış. Yılın hitlerini, hit olmayan önemli şarkılarını, kitapları, televizyon programlarını, filmleri, uyuşturucu dalgasını, sosyal olayları bir akademisyen titizliğiyle ve polisiye romanı akıcılığıyla anlatmış Savage yorumlara göre. 

En hoşuma giden şeyse bütün bu şeyleri birbirini etkileyen olaylar zinciri şeklinde anlatması. O yılın belli bir döneminde hit olan şarkının neden hit olduğunu sosyolojik olaylarla bağdaştırıp çoğu kişinin aklına gelmeyecek çıkarımlar yapıyormuş mesela.

1966'ya zaman yolculuğuna çıkmak isteyenlerin başında gelen biri olarak bu kitabı edinmezsem kendimi affetmem. Bir sonraki Amazon siparişim belli oldu! 


1 Film


Geldik bu haberlerin içinde en ulaşılabilir olana... Birkaç aydır Beatles'ın sosyal medya hesaplarından yaptığı duyurulardan ve çıkan haber ve röportajlardan anlamıştık zaten usta yönetmen Ron Howard'ın Beatles'ın turne yıllarını inceleyen bir belgesel çektiğini. Başta Beatles hayranları olmak üzere müzik ve film hayranlarını heyecanlandıran bir haberdi bu. 

Uzun zamandır gerçekleştirilmesi planlanan proje sonunda başarılı yönetmenliğinin dışında bir Beatles hayranı olan Ron Howard'ın elinde çok kapsamlı bir belgesele dönüştü. Howard, grup üyeleri, hayatta olmayanların eşleri ve hayranlar başta olmak üzere her yerden toplayabildiği kadar malzeme topladı ve hem konserleri canlı canlı izlemiş hayranlara nostalji yaşatacak hem de internette aynı görüntüleri izlemekten bıkmış yeni hayranları mutlu edecek bir film yarattı. 

Üstelik Beatles üyelerinin bile unutmuş olduğu detaylar ortaya çıktı bu süreçte. Mesela grubun konser sözleşmelerinde siyahların ve beyazların ayrı oturduğu alanlarda çalmayacaklarını belirten bir maddenin olması. Bu detay, Beatles'ın ne kadar ırkçılık karşıtı ve ileri görüşlü olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Belgeselde Beatles'ın 29 Ağustos 1966'da San Fransisco - Candlestick Park'ta gerçekleşen ve resmi olarak kayda alınmayan son konserinin bir hayran tarafından çekilmiş görüntüleri bile var.

Daha da iyisi, Türk hayranları olarak bu filmin internete düşmesini ya da DVD'si çıkmasını beklemeye gerek kalmadan sinemada izleyebileceğiz. İKSV'nin her sene düzenlediği Filmekimi kapsamında gösterilecek filmler arasında çünkü! Ekim ayını şimdiden iple çekiyorum.

5 Eylül 2016 Pazartesi

Get on Up: "Patron" James Brown'ın zirveye yükselişi


Benim gibi 90'ların sonu 2000'lerin başında çocuk olanların çoğu, James Brown'la Pazar Keyfi programının başında "Whoa! I feel good!" vokali ve peşinden gelen efsanevi birkaç notayı duyduğumuz I Feel Good şarkısı sayesinde tanışmıştır eminim. 

James Brown, müzik yapmaya başladığından beri bütün jenerasyonları etkilemiş biridir. Funk, R&B ve soul müziğinin babası olmasının yanı sıra ilk dünya çapında meşhur siyahi entertainer diyebiliriz. 

2006'da hayatını kaybeden Brown'un ardından 2014 yılında ismini şarkıcının "Get Up (I Feel Like Being A) Sex Machine" şarkısının dizesinden alan Get On Up filmi çekildi. Yapımcılığını da Brown'ın hayranı olan ve en az onun kadar ünlü olan tanıdık bir isim üslendi: Mick Jagger. James Brown ve Mick Jagger ikilisini duyunca bu filmi görmek elzem oldu zaten. Sonunda geçen hafta izlemek kısmetmiş filmi yine James Brown seven bir arkadaşımla.

Filmden önce James Brown'ın hayatı hakkında pek bir bilgim yoktu açıkçası. Film de olayları kronolojik sırayla anlatmak yerine Brown'ın hayatının en önemli anlarını, "highlight"larını göstererek anlatıyor. Bu tarz, bazı filmlerde kafa karışıklığına yol açabiliyor; "şimdi hangi tarihteyiz?", "bu da kim?" gibi sorular sorduğunuz filmler vardır ya. Bu film de biraz öyle, ben takip etmekte zorlanmadım ama bazı insanlar çok rahat etmeyebilir; tarihlere ve yerlere iyi dikkat etmek lazım izlerken. Brown'ı en etkileyen anlar, hayatından kesitler olarak veriliyor ve siz film boyunca parçaları birleştirerek ilerliyorsunuz, Brown'ın ve etrafındakilerin psikolojisini anlıyorsunuz. Üstelik Brown'ın ailesi de işin içinde olduğu için filmde çok fazla abartılmış ya da uydurulmuş kesitler yok. Mesela Brown'ın tüfekle binaya daldığı sahneyi ailesine  "Bunu gösterelim mi, James böyle bir şey yapar mıydı?" diye soran yönetmen Tate Taylor, "Ah, evet, gösterin, James kesinlikle böyle biriydi." cevabını almış.

Buna bir de çok güzel müzik eşlik ediyor tabii ki. Sex Machine'in yanı sıra Cold Sweat, Please, Please, Please, Papa's Got a Brand New Bag, Get Up Offa That Thing ve It's A Man's Man's Man's World gibi şarkıları duyuyorsunuz film boyunca ve kendinizi eşlik edip tempo tutmaktan alıkoyamıyorsunuz. James Brown'ı bütün travmatik olaylardan kurtaran, ona bir umut ışığı olan ve kendini güçlü hissetmesini sağlayan tek şeyin de müzik olduğunu gösteriyor film bize. Ta çocukken siyahilerin gittiği bir kiliseye girdiğinde insanların çılgıncasına ilahi söyleyip dans ettiğini gördüğü sahnede tanık olduğumuz üzere bunun onu çok etkilediği belliydi.

Filmin içinde Rolling Stones ile ilgili küçük bir sahne olması beni gülümsetti. James Brown 1964'te T.A.M.I. Show'da kendisinin değil Rolling Stones'un en son grup olarak çıkmasına çok bozulur ve bu "yeniyetme İngiliz"lerden oluşan grubu aşağılar. Öyle bir performans sergiler ki Rolling Stones hem hayran kalır hem bozulur. Bu sahnede şovdan gerçek görüntüler de kullanmaları hoş bir detay olmuş ve daha gerçekçi kılmış sahneyi.

Brown'ın Little Richard'la tanıştığı sahne de en aklımda yer eden sahnelerden biri. Brandon Mychal Smith, Little Richard'a sadece çok benzememiş, mükemmel oynamış. Önce kendine bir rakip olarak gördüğü, o zamanlar yeni ünlenmeye başlamış Little Richard'ın Brown'a şov dünyası konusunda öğüt verip yardımcı olduğunu görüyoruz. Aralarında geçen bir konuşma tüyler ürperticiydi. "Bir gün bir beyaz şeytan sana gelip 'Ne istiyorsun?'" diye soracak." diyordu Little Richard James Brown'a. Bunu sadece şov dünyası için mi yoksa genel olarak mı söylediğini sorguladım. Birkaç sahne sonra Brown'ın Dan Aykroyd'un oynadığı "beyaz" menajeri Ben Bart'la tanışması ve Bart'ın ona aynı soruyu sorması da düşündürdü ama sonra ikilinin birbirlerini kollayıp yakın arkadaş olmaları onun asıl beyaz şeytan olmadığını kanıtladı. 

Film, James Brown'ın en yakın arkadaşı Bobby Byrd ile olan ilişkisi üstünde çok duruyor. Nelsan Ellis'in oynadığı Byrd, Brown'u keşfeden ve sonra arka plana düşen bir arkadaşı olsa da onun en büyük yardımcısı ve destekçisi. Diğer herkes gibi o da Brown'a "Mr. Brown, Sir, Boss" diye hitap ediyor. Herkes onun nasıl Brown'ın kaprislerine katlandığını soruyor ama bu ona o kadar da garip gelmiyor. En sonunda bu güç dengesizliği bir yerde patlıyor ve ikilinin arası açılıyor fakat filmin sonunda bu iki müzisyen ve arkadaşın ilişkisinin gücü ve Brown'ın zeytin dalı uzatmasıyla toparlanıyor.

Sanırım filmin başarısının formüllerinden biri de, her duyguyu eşit derecede barındırması. Çok iç parçalayıcı sahneler de var, çok şaşırtan sahneler de, çok gaza getirip dans ettiren de çok güldüren de. Dozu çok iyi ayarlanmış.

Son olarak Chadwick Boseman'a değinmek istiyorum çünkü James Brown karakterini oynamamış adeta yaşamış. James Brown'a fiziksel olarak çok benzemese de o kadar iyi oynamış ki saç ve makyaj artistlerinin de yardımıyla James Brown'a dönüşmüş. Elbette çok sıkı çalıştığı ses ve dans dersleri de meyvesini vermiş. Tüm şarkıları o söylemese de bazı sahnelerde kullanması gerektiği sesi Brown'ın sesine benzetmeyi başarmış. Brown'ın o kendine güvenen, güçlü duruşunu hiç sırıtmadan bize zaman zaman dördüncü duvarı yıkarak yansıtan Boseman ilk başta ikna olmamış bu filmde oynamaya. Yönetmen Taylor'la tanışınca onun tutkusundan etkilenip kadroya dahil olmuş hemen. Mick Jagger'la buluşup saatlerce Brown'ın şarkılarını dinlemiş, Jagger Boseman'a taktikler vermiş. 38 yaşındaki Boseman da film boyunca James Brown'ı 16 yaşından 60 yaşına kadarki dönemlerini başarıyla canlandırmış, alkışı hak etmiş.

Film gecemizi arkadaşımla James Brown şarkıları açıp çılgınca dans ederek bitirdik. Filmin ve James Brown'ın da bırakmak istediği etki bu değil mi? Her şeyi bırakıp birkaç dakikalığına kendini hiçbir şey düşünmeden müziğe, dansa kaptırmak ve hayattan haz almak...