28 Kasım 2016 Pazartesi

Beatles'ın izinde Londra

Bundan tam iki yıl önce ben bir dönem İngiltere'de yaşarken ta gitmeden önce araştırıp kafama koyduğum bir şeyi gerçekleştirdim: Londra'da Beatles turu yaptım!

Benim gibi bir Beatles-sever'in kesinlikle yapması gereken bir şeydi bu. Üstelik benim gibilere 15 yıldır bu turu veren donanımlı ve tutkulu bir rehber eşliğinde... Tam anlamıyla bir Beatlemaniac olan Richard Porter!


Richard Porter, yıllardır haftanın beş günü Londra'da Marylebone ya da Tottenham Court Road metro istasyonlarında - tura göre değişiyor- elinde tabelasıyla dünyanın çeşitli yerlerinden Beatles için gelmiş insanları bekliyor ve yeterli sayıya ulaşılınca tur başlıyor. Turun temasına göre çeşitli yerleri ziyaret ediyorsunuz. Üç tur çeşidi var: The Beatles - In My Life Walk, The Beatles - Magical Mystery Tour ve Rock and Roll - London Walk. 
Ben In My Life Walk'a katılmıştım. Gelin, size nasıl geçtiğini anlatayım.

Trene atladığım gibi Londra'ya geldim. Güzel ve güneşli bir Ekim sabahıydı. Marylebone istasyonuna vardım ve Richard Porter ve yanında duran diğer tur katılımcılarını seçmek zor olmadı. Herkes gelince Richard öncelikle elimize tur broşürünü tutuşturdu ve paraları topladı. Bir tam kişi  £10, öğrenci ve 65 yaş üstüler ise £8. Gayet makul bir fiyat. Ben o zaman öğrenci olduğum için £8 verdim.


Marylebone'ın aslında Beatles'ın A Hard Day's Night filminin açılış sahnesinde geçtiği için bir Beatles lokasyonu olduğunu açıklamakla başladı Richard. Ama o meşhur koşma sahnesinin olduğu yolda inşaat vardı, o yüzden uzaktan bakmakla yetindik.





Ardından Westminster Register Office ya da diğer adıyla Old Marylebone Town Hall'a gittik. Burası, 1969'da Paul'un ilk eşi Linda McCartney'le  ve aynı zamanda 2011'de üçüncü eşi Nancy Shevell ile evlendiği yer. Sadece Paul değil, Ringo Starr ve Liam Gallagher gibi müzik ikonları da burada nikah kıymış. Biz gittiğimizde maalesef burası da restorasyondaydı, şöyle bir bakıp geçmekle yetindik. Durduğum yerde bir zamanlar Paul'un evlendiği gün çığlık çığlığa ağlayan hayranlarının durduğunu düşünmek ilginç bir histi.


Sıradaki durak, turun içinde en ilgimi çeken mekânlardan biriydi. Adres: 34 Montagu Square. Burada bir daire var ki neler yaşanmış neler... 1960'ların ortasında Ringo Starr'ın yaşadığı, Paul McCartney'nin Eleanor Rigby şarkısı üzerinde çalıştığı, John & Yoko'nun meşhur Two Virgins albüm kapak fotoğrafını çektirdiği ve Jimi Hendrix'in The Wind Cries Mary'yi yazıp partiler verdiği efsane bir ev! Duvarların dili olsa da konuşsa...



Baker Street'ten geçerken Beatles'ın 1967 Aralık'ında açtığı kısa ömürlü Apple Boutique'in binasını görüyoruz. Tabii ki artık Apple değil burası, üstünde de 60'ların ünlü tasarım ekibi The Fool'un boyadığı duvar resminden eser yok. Yine de bir zamanların en "hip" ve saykodelik giysilerin ve onları alacak ünlülerin bu dükkanda toplandığını düşünmek, "ben de orada olmalıydım!" dedirtiyor.


Size bir bonus vereyim; Beatles 1967 yılının tam da benim doğum günüm olan 5 Aralık gününde bu butiğin açılışı için bir parti düzenlemiş. Partide butiğin alkol lisansı olmadığından elma suyu içmekle yetinen davetliler arasında Eric Clapton ve sevgilisi Charlotte Martin, Jack Bruce, Cilla Black gibi isimler varmış. Geceden görüntüler için buyrunuz:


Bir sonraki durağımız ise 57 Wimpole Street yani Paul McCartney'nin 60'ların ortasında birlikte olduğu sevgilisi Jane Asher ve ailesinin oturduğu evdi. Paul da bir süre bu evde misafir olmuştu. Bir gün John Lennon ile piyano başında otururken I Want to Hold Your Hand şarkısını yazdıkları ev de tam buydu. Bu arada kapının yanında asılı duran nazar boncuğunu bu fotoğrafı çektikten çok sonra fark ettim. Çok ilginç, değil mi?




Yol üstünde Help! filminde geçen restoranın önünden geçtik ve metroya binip meşhur Abbey Road'a vardık. Başta Beatles olmak üzere pek çok ünlü ve başarılı müzisyenin şarkılarını kaydettiği Abbey Road -eski adıyla EMI- Stüdyoları'na baktık. Tüm zamanların en güzel şarkılarının kaydedildiği yere...





 Pun certainly intended...


Efsane duvara ben de izimi bıraktım. Back in the USSR'ın sözlerine
 gönderme yaptım - gerçekten evimde hissettim.

Tur, tipik bir turist aktivitesiyle yani Beatles'ın efsanevi albüm kapağını canlandırma çabasıyla sona erdi. Abbey Road yaya geçidinde yürürken fotoğraf çektirmek için kuyruk olduk. İngiliz sürücüleri bu olaya alışık, korna bile çalmadan durup geçmeni bekliyorlar. Ama bilmiyorum tam bizim orada olmamıza mı denk geldi, bir anda o kadar araba geçti ki zar zor yürü, dur, poz ver, geç, geri gel derken biraz uğraştırdı. Yine de tatlı bir fotoğrafım oldu:


Tur bitti ama alışveriş bitmedi. Daha önceden gözüme kestirdiğim London Beatles Store ve It's Only Rock 'n Roll Store'a uğramadan edemedim. Küçük bir servet harcadım ama iyi grup tişörtleri ve Beatles merchandise benim zayıf noktam!

Come to mama! Yalnız bedenler çok değişiyor. "Ladies" XL olanlardan
biri gerçekten bol dururken öbürü tam üstüme oturuyor; unisex M de aynı
şekilde. Biraz şansa kalmış. Ama kumaşları gerçekten çok kaliteli.

Görmüş kadar oldunuz belki ama Beatles ve 1960'lar hayranıysanız ve yolunuz Londra'ya düşerse mutlaka bu tura katılın. Dönüşte de ister Abbey Road'un yanında Richard Porter'ın işlettiği Beatles Coffee Shop'ta oturup bir şey için ve Beatles eşyaları alın, ister London Beatles Store ve It's Only Rock 'n Roll Store'da tişörtler içinde kendinizi kaybedin!  

Richard'ın turları için: http://www.beatlesinlondon.com/

21 Kasım 2016 Pazartesi

Ayrılsa da beraber: En ateşli çift Jennifer Lopez ve Marc Anthony, Latin Grammy'lerinde buluştu


Ünlü çiftleri seviyoruz. Bizim hayatımızdan çok farklı hayatlar yaşadıkları için bize her daim çekici geliyorlar. Zorluklar yaşasalar da biz genelde hayatlarının parlatılmış versiyonlarını görüyoruz çünkü. Güzel kıyafetler, filmler, konserler, ödül törenleri... "Ne yakışıyorlar" diyoruz, hele aynı alanda çalışıyorlarsa, aynı ülkeden geliyorlarsa, benzer geçmişe sahiplerse...

Jennifer Lopez ve Marc Anthony çifti de bu çiftlerden biri(ydi). 

İkisi de Puerto Rico kökenli ve Amerikalı. İkisi de şarkıcı ve oyuncu. İkisi de çekici ve başarılı. İkisi de İspanyol kökenli şarkıcıların domine ettiği 90'lar döneminin en parlak yıldızları. 

Jennifer ve Marc, 1997'de Sony stüdyolarında tanışır. O sırada ilk albümü On the 6'i kaydeden Jennifer'ın Selena filmindeki performansından etkilenen Marc, ona bir klibinde oynamasını istediğini söyler. Jennifer, Marc da kendisiyle bir şarkı kaydederse kabul edeceğini söyler. Böylece Jennifer, Marc'ın No Me Conoces şarkısının klibinde yer alır; Marc ise Jennifer'la beraber efsane düeti, No Me Ames'i kaydeder. Bu duygusal düette ikilinin uyumu her hâliyle ortadadır.



Bu sırada bir platonik aşk filizlenir. Marc, Jennifer'a olan aşkını en güzel ve etkileyici şarkılarından biri olan You Sang to Me'yi yazarak gösterir. O sıralar Jennifer, Sean Combs (P. Diddy) ile çıkmaktadır ve bu aşk, platonik olarak "friendzone"da kalır bir süre.


Araya başka insanlar girer. Marc, 2000 yılında oyuncu ve model Dayanara Torres ile evlenir ve iki çocuk sahibi olur. Jennifer ise Sean Combs'dan ayrılır, dansçı Cris Judd ile kısa süreli bir evlilik ve ardından oyuncu Ben Affleck ile herkesin gözlerinin üstünde olduğu bir ilişki yaşar, en sonunda Affleck'ten ayrılıp nişanı atar. Aynı anda Marc da Dayanara'dan boşanır.

2004 yılı, Marc ve Jennifer'ın bir araya geldiği yıl olur. Evlenirler ve New York'ta yaşamaya başlarlar. 2006'da ise birlikte bir filmin başrollerini paylaşırlar: salsa şarkıcısı Héctor Lavoe'nin yaşamını konu alan El Cantante. Marc, Lavoe'yi canlandırır, Jennifer da karısı Puchi'yi.


2007'de ise bir müjde verirler: Jennifer hamiledir! 22 Şubat 2008'de ikiz çocukları dünyaya gelir çiftin: Maximilian David ve Emme Maribel Muñiz. People dergisi bebeklerin fotoğrafını çekmek için 6 milyon dolar öder ki bu o zamana kadar çekilen en pahalı ünlü fotoğrafıdır (sonrasında "Brangelina" çiftinin bebekleri bu rekoru egale eder).


2011 yılında Jennifer Lopez'in jüri koltuğunda olduğu American Idol yarışmasında özel bir performans sergiler çift. Marc bir Willie Colón & Héctor Lavoe bestesi olan ve bir gün kendisiyle birlikte salsa yapmak istediğim Aguanile şarkısını söyler, Jennifer da dansıyla ona eşlik eder. Sonunda sunucunun yorumu beni benden alır: "Şimdi evde ne yaptığınızı biliyoruz!"



Fakat magazin deyimiyle "cennette işler yolunda gitmez" ve çift, 2011 yılında ayrıldıklarını açıklarlar. 2014 yılında ise "uzlaşmaz farklılıklar" nedeniyle resmen boşanırlar. Jennifer, dansçı Casper Smart ile bir dargın bir barışık giden bir ilişkiye başlar. Marc ise Venezuelalı model Shannon de Lima ile evlenir. Arkadaş kalan çift, arada bir çocukları ve profesonel müzik hayatları için bir araya gelseler de geçtiğimiz perşembe gecesi Latin Grammy ödüllerinde şahane bir performans sergileyerek ne kadar efsane bir çift olduklarını tekrar hatırlatırlar.

Jennifer Lopez'in 2017'de çıkarmayı planladığı ve Marc Anthony'nin yapımcılığını üstlendiği İspanyolca albümden önce geçtiğimiz günlerde Olvidame Y Pega La Vuelta şarkısı single olarak yayımlanır. Aslında Pimpinela'nın 1982 tarihinde piyasaya sürdüğü Olvidame Y Pega La Vuelta, duygulu bir ayrılık şarkısı. Bence Marc ve Jennifer'ın yorumu, 2010'ların No Me Ames'i olabilir. 

17 Kasım'daki Latin Grammy'lerinde bu şarkıyı söyledikten sonra çift, seyircinin "öp!" tezahüratlarının üstüne öpüşür. Ardından Marc, Jennifer'ın övgü dolu sözleri -ve öpücüğü- üzerine onu bir kız kardeş gibi sevdiğini söyleyerek Jennifer'ı bir nevi "familyzone"lar. Ama "hadi hadi Marc, bize bu numaralar sökmez" deyip Jennifer'ın Ağustos'ta dansçı sevgilisinden ayrıldığını, Marc'ın da karısından ayrılıyor olduğu iddialarını ve bitmek tükenmeyen müzik aşklarını dikkate alırsak... Ne dersiniz, bu efsane çift tekrar birleşir mi?






14 Kasım 2016 Pazartesi

Şarkıdaki kadın: So Long, Marianne - Leonard Cohen

Cuma sabahı Leonard Cohen'in öldüğünü öğrendiğimde merak etmeden edemedim: sırada kim vardı? Bob Dylan? Paul McCartney? 1960'lardan günümüze en başarılı, etkili ve yaratıcı müzisyenler bir bir gidiyor ve bunu kabullenmek çok zor. Gerçekten zor.

Leonard Cohen anısına, en sevdiğim şarkısı So Long, Marianne şarkısının hikâyesini ve bu şarkıya ilham veren kadın Marianne Ihlen'i yazmak istedim bu hafta.

Leonard Cohen ve Marianne Ihlen

So Long, Marianne ta 1967 yılından, Cohen'in ilk albümü Songs of Leonard Cohen'den bir şarkı. Şarkıyı Cohen, sevgilisi Marianne ile ayrılışları üzerine yazmış. Öyle bir hikâye anlatır ki hem bitmiş bir ilişkinin buruk acısını tadarız hem de büyük ve güzel bir aşkı her hâliyle kutlarız. Cohen'in ilişkisine nostaljiyle geriye dönüp baktığı şarkıda sitem de özlem de tam kararındadır.

Ben ilk kez The Boat That Rocked filminde duymuştum, hatta sonra şarkının Leonard Cohen'e ait olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Sanırım daha çok 80'li yıllar ve sonrası - Dance Me to the End of Love zamanındaki dumanlı sesine alışık olduğum için. Filmde melankolik ve sitemkâr ama sıcak ve samimi bir sahnede çalar So Long, Marianne; tıpkı şarkının kendisi gibi. *spoiler alarmı* Sevgilisi Marianne'in kendisini aldattığını öğrenen Carl'ı, arkadaşları teselli etmeye çalışır bu sahnede.


Cohen, Marianne Ihlen - o zamanki adıyla Marianne Jensen - ile 1960 yılında Yunanistan'a bağlı Hydra adasında tanışır. Marianne o sıralar kendisi gibi Norveçli olan yazar Axel Jensen ile birliktedir ve bir çocukları vardır. O dönem sanatçıların takıldığı, sadece sabah ve akşam birer saatlik elektrik olan bohem bir adada sürdürdükleri yaşam, Axel'ın Marianne'i terk etmesiyle çalkantıya uğrar.

Marianne'in yeni bir aşka yelken açması uzun sürmez. Bir gün bakkaldan süt alırken Marianne'e "Bize katılmak ister misiniz?" diyerek yanlarında oturmaya çağıran Leonard Cohen'in ta kendisiyle tanışır. 

Belki de bu kaderdir. Marianne'in sonra anlattığına göre küçükken Oslo'da büyükannesi ona bir gün altın dilli bir adamla tanışacağını söylemiş. Marianne geriye dönüp bakınca bu kehânetin doğru olduğunu, süphesiz en altın dilli adamla, Leonard Cohen'le beraber olduğunu söylemiş.

Leonard, Marianne ve oğlu Hydra Adası'nda

Tanıştıkları o günden 60'ların sonuna kadar birlikte yaşayan çift, müzik dünyasının en efsane çiftlerinden biri olur. Cohen'in hayatında gördüğü en güzel kadın olarak tanımladığı Marianne, Cohen'in Songs of Leonard Cohen (1967) ve Songs from a Room (1969) albümlerine ilham verir. Songs from a Room'un albüm kapağının arkasındaki samimi fotoğrafta yer alır adadaki evlerinde, havluya sarılı bir şekilde masada oturan Marianne.


2016 yılının Temmuz ayına ileri saralım. Yıllar geçmiş, Leonard kendi yoluna, Marianne kendi yoluna gitmiş. Marianne'e lösemi teşhisi konmuş, sayılı günleri kalmış. Bunu öğrenen eski sevgilisi, üstat Leonard Cohen, Marianne'e duygu dolu bir mektup yazar:

"İşte Marianne, çok yaşlandığımız ve vücutlarımızın dağıldığı zamana geldik ve sanırım çok yakında ben de seni takip edeceğim. Bil ki sana o kadar yakınım ki elini uzatsan benimkine ulaşabilirsin. Ve biliyorsun ki seni güzelliğinle ve aklınla hep sevdim ama bunun hakkında daha fazla konuşmama gerek yok çünkü tüm bunları biliyorsun. Ama şimdi sana sadece iyi yolculuklar dilemek istiyorum. Elveda eski dostum. Sonsuz sevgiler, yolun sonunda görüşürüz."

Bu kadar duygusallık yetmiyormuş gibi bir de Marianne'in arkadaşı tarafından Cohen'e yazılmış bir cevap vardır ki gözyaşları sel olup akar...

"Sevgili Leonard, Marianne dün akşam uykusunda usulca bu dünyadan ayrıldı. Tamamen huzur içinde, etrafı yakın dostarıyla sarılı bir şekilde. Mektubun Marianne'in hâlâ bilinci açıkken konuşup gülebildiği bir zamanda geldi. Okuduğumuzda sadece onun gülümseyebileceği bir şekilde gülümsedi. Senin ona hemen arkasında, ona uzanacak mesafede olduğunu söylediğinde elini kaldırdı. Durumunu biliyor olman ona derin bir huzur, yolculuğu için dilediğin iyi dilekler ise ekstra güç verdi. Son saatinde, çok hafif nefes alıp verdiğinde elini tuttum ve Bird on the Wire'ı mırıldandım. Odayı terk ettiğimizde ve ruhu başka maceralar için pencereden uçup gittiğinde başını öptük ve senin ölümsüz sözlerini fısıldadık. Hoşçakal Marianne..."

Ne aşk, değil mi? Sözünü tutar Cohen ve birkaç ay sonra Marianne'in ardından gider. Hoşçakal Leonard, hoşçakal Marianne demek istemiyorum. Çünkü onlar hep yaşayacak So Long, Marianne şarkısı her dinlendiğinde...


Bonus: 


Bu büyük aşkı ayrıntıyla anlatan bir kitap varmış Kari Hesthamar tarafından yazılan, şarkıyla aynı adlı... Okunacaklar listemde yerini aldı bile.

7 Kasım 2016 Pazartesi

Şarkılar bana nasıl yabancı dil öğretti?

Yabancı dil ve müzik, uğraşmaktan en çok zevk aldığım, aynı zamanda en güçlü olduğum iki alan. Hayır, bir sürü dili mükemmel derecede bilirim ve konuşurum diyemem; her müziği de zevkle dinlemem. Ama ikisi arasında güçlü bir bağ var. Müzik ve yabancı dil, yıllar boyunca birbirini etkileyerek ve birbirleriyle iç içe geçerek hayatımı şekillendirdi; hâlâ da şekillendirmeye devam ediyor.

İnsanlar bazen soruyor: "İngilizceni nasıl böyle geliştirdin?", "Bana yabancı dilimi/müzik bilgimi geliştirmek için biraz tavsiye verir misin?" Bu sorular beni düşündürüyor; sahi, nasıl oldu da yabancı dille ve müzikle bir zorunluluk olarak değil de hobi derecesinde ilgilenmeye başladım?

Çocukluğa inelim önce, bir psikolog gibi. İlkokul zamanları... Bir kere ilkokulun bu konudaki önemini ne kadar vurgulasam az olur. İlkokul ve aile, her şeyin temelinde bunlar yatıyor. Şu anki mesleğinizi belki ilkokul öğretmeniniz sayesinde keşfettiniz. Ya da tam tersi, küçükken yönlendirilmediğiniz ve içinizde kalan alanlar da olabilir; belki de bunlara yoğunlaştınız büyüyünce. Ama öyle ya da böyle küçükken girdiğiniz ortamlar fark etmeseniz de sizi çok etkiledi.

Ben, mesela, ailem sağolsun, iyi bir özel okulda okudum. Ve şu an bunun için o kadar müteşekkirim ki. Eğitim-öğretim hayatım bitince daha iyi anladım bunu. Ne yazık ki ülkemizde yabancı dile ve müzik gibi sanat dallarına ancak (bazı) özel okullarda önem veriliyor, gerçek anlamda öğretiliyor. Keşke bu iş şansa kalmasa. Herkesin hakkı değil mi okulda adam gibi İngilizce ve hatta üstüne en az bir yabancı dil daha öğrenmek? Çocukların müzik ve resim dersleri "boş ders" olarak mı geçmeli? Çünkü bunlar "karın doyurmuyor" değil mi?

Hayır, efendim, bunlar karından öte ruh doyuruyor. Zihin açıyor, sevgi veriyor. Ve artık herkesin öyle ya da böyle para kazandığı ama yine de herkesin kronik bir anksiyete ve depresyon hâlinde olduğu dünyamızda en ihtiyacımız olan şey ruhumuzun beslenmesi değil mi? Ayrıca karın doyurmamasının bir nedeni de ülke olarak bu konuda eksik kalışımız olabilir mi? Neden sanatın geliştiği ülkelerin refah seviyesi daha yüksek bir düşünsek mi acaba?

"Eğer müzik aşkın gıdasıysa, durmadan çalınız!" demiyor mu Shakespeare? En sevdiğim sözlerden... Ne kadar doğru.

Canterbury yadigârımda da bu sözler yazılı...

Çocukluğuma dönersek...

Yabancı dili ve müziği birleştirdiğim ilk anılarımdan biri, ilkokulda İngilizce derslerinde sevgili hocalarımızın bize basit, klasik İngilizce şarkıları öğretmeleriydi. Noel şarkıları ve çocuk şarkılarından bahsediyorum. We Wish You A Merry Christmas, Pop Goes the Weasel, Incy Winsy Spider, Santa Claus Is Coming To Town gibi şarkıların sözlerini hoca önce tahtaya yazardı, sonra teypten şarkıyı açıp hep birlikte söylerdik. Sözleri kelime kelimesine anlamasak da beyin onu öyle bir kaydetmiş ki hâlâ hepsinin sözlerini hatırlıyorum.

English Show'lar... Sene sonunda İngilizce bir şarkıyı söylerdik, koreografi yapıp dans ederdik. Tiyatro yapardık biraz daha büyüyünce. Okuldaki en sevdiğim etkinlikti o English Show'lar. 

Yine İngilizce derslerinin en çok sevdiğim aktivitelerinden biri olan şarkı sözü tamamlama vardı bir de. Hoca bize önceden hazırlanmış bir kağıt verirdi, üstünde popüler bir şarkının sözleri yazılı - bazı kelimeler eksik. Şarkıyı açardı teypten ve o boşluğu doldurmaya çalışırdık. Al sana en iyi İngilizce öğrenme yöntemi! Evde kendi kendine bile yaparsın. Aslında artık hepimiz günlük hayatta yapıyoruz yabancı bir şarkıyı ilk kez dinlerken neden bahsettiğini anlamaya çalışırken. Ama küçükken okulda o aktiviteyi yapmış biri belki daha başarılı oluyor bu konuda. Beyni daha çabuk seçiyor sözleri, daha alışık çünkü. Been there, done that.

Suzanne Vega'nın Tom's Diner şarkısı, Maroon 5'ın She Will Be Loved'ı beni hep o günlere götürür mesela. Sözlerini 10 yaşımdan beri ezbere bilirim.

Başka bir anım da Titanic filmini izledikten sonra jeneriğe eşlik eden My Heart Will Go On şarkısının sözlerini deşifre etmekti. O zaman bilgisayar yoktu evde, Google'a "my heart will go on lyrics" yazıp arama yapmak birkaç yıl sonra olacak işti. Ben televizyonun karşısına geçer, Céline Dion şarkıyı söylerken arada VCD playerımı durdurup defterime duyduklarımı not alırdım. Şarkının adını bile tam anlamadığım hâlde çok hoşuma gittiği için sözleri yazıp anlamaya çalışırdım. Üstelik sonra kontrol edince gayet doğru yazmış olduğumu fark ettim, bir iki kelime yanlıştı o kadar.

İşin ilginci bunları hiç zorla yapmıyordum. Burası çok önemli. Tamamen içimden geliyordu. Kimse başımda durup "Hadi şunun sözlerini yaz" demiyordu. Okuldaki aktiviteler zorunluydu belki ama sınıftakilerin hepsi benim kadar zevk almıyordu ya da başarılı olmuyordu. 

Burada kişinin ilgisi ve yeteneği de devreye giriyor. Bence başarının sırrı ilgi, yetenek, yönlendirilme ve çalışma karışımı bir şey. Yoksa aynı ortamdaki herkes aynı derecede başarılı olurdu. 

Benim yıllar boyunca İngilizce sınavlarından yüksek not alıp matematik sınavlarından çakmamı örnek verebiliriz buna. Matematik derslerine sıkılarak ve korkarak gidiyorsam İngilizce derslerine hoplaya zıplaya gidiyordum. Başkası için de belki matematik çocuk oyuncağıydı ama o da İngilizcede bir türlü this ve that'in farkını anlamıyordu. 

Yani kısaca eğitim ne kadar önemliyse, çocuğun hangi alanda zevk alıp başarılı olduğunu keşfetmek ve onun üstüne gitmek de o kadar önemli. Her English Show'a katılan kişinin İngilizcesi mükemmel olmuyor. Ama hayatında hiç English Show görmemiş biri de İngilizceyi sevip sevmeyeceğini, başarılı olup olamayacağını nereden bilebilir ki?

Lise yıllarıma ileri saralım. 15 yaşında Amadeus fimini izleyip Mozart'a aşık olduktan sonra onun operalarına sardım. Pek haz etmediğim Almanca ilgimi çekmeye başladı o günlerde. Okuldaki Almanca derslerini daha bir ilgiyle dinler oldum. Mozart'ın kendisinin bile dile verdiği önemi, o günlerde popüler olan İtalyanca librettolu operalara bir alternatif getirerek birkaç Almanca opera yazmak için sarayı ikna edişinde görebiliriz.

Kadıköy Süreyya Operası'nda Mozart'ın Figaro'nun Düğünü (Le Nozze Di Figaro) operasının sergileneceğini duyunca fırsat bu fırsat deyip biletimi aldım.

Operaya sıkıcı diyenler, konuyu ve aryaların ne bahsettiğini bilmeyenlerdir. Beni de koyun herhangi bir operanın önüne, müzik ne kadar güzel olsa da adamların ne anlattığını anlamazsam sıkıntıdan patlarım. O yüzden Süreyya'da İtalyanca bir opera olan Figaro'nun Düğünü'nde Türkçe üst yazı olduğunu görünce hem sevinip hem de şaşırmıştım; böyle bir şeyin var olduğunu bile bilmiyordum. Hatta yanlış hatırlamıyorsam operanın kataloğunda da aryaların Türkçe sözleri yazılıydı. Tam benlik!

Birkaç ay sonra 1. İstanbul Opera Festivali'nde en sevdiğim sopranolardan Eva Mei'in baş karakterlerden Konstanze'yı canlandırdığı Mozart'ın Saraydan Kız Kaçırma (Die Entführung aus dem Serail) operasına gittim. Bu sefer Yıldız Sarayı gibi açık bir alanda olacağı ve üst yazı olamayacağı için aryaların İngilizce çevirilerini basıp yanımda getirdim. Her yeni arya başlarken kısaca göz gezdirdim sözlere. Böylece en sevdiğim aryalardan biri Martern Aller Arten'de Konstanze niye Selim Paşa'ya (evet, opera Osmanlı Devleti'nde geçiyor) hem yalvarıp hem de sinirleniyor, bunu anlayarak dinledim.

Sizlere de tavsiyem, operaya bir şans verin ve özellikle ilk operanızı üst yazı olan bir yerde izleyin. Hem müziğin tadını çıkarın hem de soprano sahnede niye kendini parçalarcasına şarkı söylüyor ya da sahnede neden herkes gülüyor rahatlıkla anlayın.

amadeus gif ile ilgili görsel sonucu

Üniversitede ise küçük bir Fransızca maceram oldu. Çocukluğumdan beri dinlediğim klasik Fransız "chanson"ların etkisi, İsviçreli buz patenci Stéphane Lambiel'e ve Alain Delon'a olan hayranlığım, 60'lar sevgimin büyümesiyle Serge Gainsbourg & Jane Birkin'in bohem havasına özenmem derken ben neden Fransızca öğrenmiyorum dedim ve Fransız Kültür Merkezi'ne yazıldım. Yaklaşık 1 yıl süren kursa tamamen hobi olarak gittim ve çok şey öğrendim. Benim gibi bir şekilde Fransızca'yla ve Fransa'yla ilgilenen herkes orada toplanmıştı. Fransız hocalarımız bize bol bol dinleme egzersizi yaparak öğretti dili, tabii ki şarkılar da dinletti. Jacques Dutronc'lar, Gilbert Bécaud'lar... Zaten o zamana kadar sevdiğim Fransızca şarkıların İngilizce çevirilerine bakıp öyle dinliyordum, kurs sonunda da çeviriye bakmadan ne dediklerini anlayabiliyordum aşağı yukarı. 


Jane & Serge

Henüz Fransa'ya gidemedim ama dil sevdam beni bambaşka dünyalara götürdü. İngiltere'ye mesela. Bir dönemi hem okumak hem de bambaşka bir kültürü deneyimlemek için orada geçirdim. İngiliz edebiyatına, tarihine ve en önemlisi müziğine ilgim olmasaydı asla kendimi orada bulmazdım. Bu ilgimin temelinde de dil yatıyor. Dile hâkim olmasaydım o kültürü ondan hoşlanıp hoşlanmayacağımı anlayacak kadar tanıyamazdım. 

Bütün bu bahsettiklerim, şu an aklıma gelen en somut örneklerden sadece bazıları. Dilin ve müziğin ön plânda olmadığı bir günüm geçmiyor. Dil, tutkularıma ulaşmak ve onları anlamak için bir araç oldu. Beni besledi, hem ruhsal hem de entelektüel olarak geliştirdi, bana yeni evrenler gösterdi, hayatımı şekillendirdi. 

Dil, "CV'de güzel dursun" diye öğrenilirse ancak CV'de güzel durur. Kişiye pek bir şey katmaz. Ama başka kültürleri, başka sanatları tanımak için canı gönülden öğrenilirse...işte o zaman kişinin bir parçası olur.