31 Aralık 2016 Cumartesi

Hello Goodbye, George Michael


Aslında 2016 benim için gayet iyi bir yıl oldu - pek çok sevilen ünlünün peş peşe hayatını kaybetmesi dışında. David Bowie'yle başlayıp George Michael'la biten (umarım yılın bu son günü buna yeni bir isim eklenmez) biraz uğursuz gözüken bir yıl olduğu evrensel bir gerçek.

George Michael da maalesef öldüğünde tanıştığım isimlerden biri oldu. Hep uzaktan tanıyordum onu, anlarsınız ya - varlığını bilirsiniz, bir-iki şarkısını bilirsiniz, hoşlanırsınız ama o kadar. Bundan hem biraz utanıyorum hem de o ebedi mirasından bir pay alabildiğim için seviniyorum - yani yüzyıllarca yaşayacak o müziğini takdir ede ede, zevk ala ala dinleyebileceğim için. 

Şimdi izin verirseniz, direkt ona hitap ederek devam etmek istiyorum:

George, bugün bütün gün seni dinledim. Bütün gün, sabah uyandıktan bu kelimeleri yazdığım gecenin 12'sine kadar. Careless Whisper... Ne şarkıymış. Zaten severdim, severdik "dünyaca", ama kaybedince değerini daha iyi anladığımız bir nesne mi oldu o da bir nevi? Neden bütün bir gün loop'a ala ala dinledim o zaman? Neden klibi izleyip sana hayran kaldım her izleyişimde? O saksafon solosu neden çok daha fazla etkiliyor beni yıllar önceki dinleyişlerime göre?



Yunan kökenli olduğunu da yeni öğrendim - zaten bir Yunan heykeli gibi güzel ve kırılgandın. Bu yüzden mi eşcinseldin, yoksa tam tersi mi? 90'lı yılların başına kadar eşcinsel ilişki yaşamamıştın aslında, bak bunu da öğrendim şu röportajdan - ne kadar kibar, dürüst ve sakin biri olduğun da bu röportajlarından belli oluyor. Özel hayatının bu kadar sık dile gelmiş olması fazlasıyla yorucu olmuş olsa gerek, ama dediğin gibi ünlü olmak için ödenen bir bedeldi bu da:



İyi biriydin, cömert ve düşünceli. Pek çok yere bağışta bulunuyordun, hatta bazı şarkılarının telif ücretleri bile belli kuruluşlara gidiyordu ama biz bunları şimdi öğreniyoruz - kimse bilmesin istiyordun. Alçakgönüllülüğün hayat bulmuş hâliydin.

O yumuşak ama güçlü sesinin ve yeteneğinin sınırı yoktu: bir yandan Jesus to a Child gibi şarkılarla duygusallaşıp Wake Me Up Before You Go-Go gibi eğlenceli şarkılarla enerji verip I Want Your Sex ile bir jenerasyona hep uzak ve ayıp görünen seks kavramını anlatıyordun. O dönemde yaşamamış olsam da apaçık ortada: o berbat ve zevksiz 80'lerin sayılı cool adamlarından biriydin. Hem romantik hem seksi... Cinsel kimliğin ne olursa olsun herkese hitap ettin - kadınların da erkeklerin de deli olduğu sayılı şarkıcıdan biriydin.

Last Christmas'ı dinlerdik arkadaşlarımla Noel'de, önce dalgasına fakat sonra farkında olmadan en sık dinlediğim şarkılardan olmuştu. Hiç tahmin etmezdim Noel'de kalbini gerçek anlamda vereceğini...

Seninle yeni tanıştık. Evet, seni bilirdim, Careless Whisper'ı dinlerdim ama hiç şimdiki gibi etkilemezdi(n) beni. Senden önce, senden sonra durumu sanırım... Hakkında öğreneceğim daha çok şey var. Şimdilik bu playlistin altını üstüne getirmekle yetiniyorum, sevgili George, eminim orada bir yerden gülümsüyorsundur bana ve milyonlarca hayranına. Ben de sana gülümsüyorum ve teşekkür ediyorum...



5 Aralık 2016 Pazartesi

Rolling Stones, yeni albümü Blue & Lonesome ile köklerine dönüyor


Hani demiştim ya 60'lı ve 70'li yılların en sevdiğim gruplarının çoğu ya çoktan dağılmış, ya artık albüm çıkarmıyor ya da turne yapmıyor diye? İşte Rolling Stones, bu kategoriye asla dahil olmayan tek grup olabilir! 52 yıldır çok fazla değişmeyen çekirdek bir kadroyla dimdik ayakta, sahnede ve stüdyoda... 11 yıl sonra toplama olmayan ilk albümleri Blue & Lonesome'ı 2 Aralık 2016'da yayımlayan grup, başladığı ve etkisinden hiçbir zaman tam olarak kurtulmadığı yere geri döndü: blues'a.

Albüm kapağıyla başlayalım önce. İçinde icra edilen müzik türünün kendisi gibi mavi. Stones'un meşhur Tongue & Lips logosunun yer aldığı kapağın mavi olmasını istemiş Mick Jagger. Sunulan ilk mavi rengin tonunu beğenmemiş, canlı bir elektrik mavisi olsun istemiş. Ve karşınızda, ta-da! Ben kapağa bayıldım. Gerçekten mükemmel bir mavi tonu olmuş, albümdeki blues şarkılarının adı gibi hüzünlü olmayacağının habercisi gibi. Kapağı tasarlayanlara buradan selamlar.

Albüm, Rolling Stones'un içinde geniş bir blues seçkisi olan repertuvarından seçtiği 12 şarkıdan oluşuyor. Hepsi cover olan Chicago blues ağırlıklı şarkıları, grup bundan tam bir yıl önce turneye ara verip Mark Knopfler'ın Londra'daki British Grove Stüdyoları'nda birkaç günde kaydetmiş. Willie Dixon, Little Walter ve Howlin' Wolf, bu şarkıların sahiplerinden birkaçı. 

Albümü dinlerken sanki Rolling Stones'un '72 yılında kaydedilmiş bir albümünü dinler gibi hissediyorsunuz. Aynı enerji, aynı uyum, aynı tarz... Ama artık bu işte tam anlamıyla bir "pro" oldukları ve kimseye bir şey kanıtlamaya gerek duymadıkları için çok daha rahatlar. Mick'in yıllardır hiç değişmeyen ve blues'a pek yakışan sesi ve hareketli armonikası, Keith Richards ve Ronnie Wood'un uyumlu gitarları ve Charlie Watts'ın mükemmel ölçülü davuluna konuk bir efsane isim daha katılıyor: aynı zamanlarda aynı stüdyoda kendi albümünü kaydeden Eric Clapton. Everybody Knows About My Good Thing ve I Can't Quit You Baby'de gitar çalıyor Clapton. Daha mükemmel ne olabilir ki?

En ilgimi çeken cover, albümün son şarkısı I Can't Quit You Baby oldu çünkü bu şarkıyı 1969'da çıkan ilk albümlerinde coverlamış olan Led Zeppelin'den dinlemeye alışığım. Rolling Stones tarzında ve Eric Clapton'ın eşliğiyle dinlemek oldukça keyif verdi. Willie Dixon, Led Zeppelin ve Rolling Stones'dan sırasıyla dinlemek, şarkının zamansızlığını ve ilham vericiliğini görmek için güzel bir yol, benden tavsiye.

Rolling Stones, blues ile başlayan kariyerinde saykodelik müzik de yaptı country de, hard rock da yaptı romantik baladlar da söyledi. Ama blues etkisi hep hissedildi şarkılarında. Bir kere grubu bir araya getiren müzik blues'du, grubun adı bile blues ustası Muddy Waters'ın Rollin' Stone şarkısından geliyor. Bu albüm de grubun bu blues sevgisinin bir göstergesi. Mick'in dediği gibi, blues çaldıktan ya da dinledikten sonra bütün hüzün ve keder gidiyor. 2016'nın son günlerinde en çok ihtiyacımız olan şey de bu değil mi?


Bonus:

Albümden bir Eddie Taylor şarkısı olan Ride 'Em Down'ın klibi de taze çıktı. Her zamanki rock 'n roll coolluğuyla Kristen Stewart'ı mavinin mükemmel bir tonuna boyanmış (yine blues'a gönderme) bir Mustang'le Los Angeles'ta tur atarken görüyoruz. Blues'a çok uyuyor bence: biraz yalnız kovboy'luk, biraz özgürlük, biraz eğlence, biraz asilik... Sevdim!