29 Ağustos 2016 Pazartesi

Doğum günü çocuğu: Michael Jackson

Herkesin bir hikayesi vardır "Michael Jackson öldüğünde neredeydin, ne yapıyordun?" sorusuna cevap olarak. Ben arkadaşımın havuzundaydım mesela, haber gelince doğru olup olmadığı belli değildi - smartphonelar çok popüler değildi daha o zaman, hemen kontrol edemiyorduk bilgilerin doğruluğunu. Eve gidince bütün akşam haberlere baktım, uluslararası kanallar yayın akışını kesmişti, son bilgileri almaya çalışıyordu.

Haber maalesef doğru çıktı. Pop'un Kralı Michael Jackson, 50 gibi erken bir yaşta fazla dozda ilaç aldığı için hayatını kaybetmişti. Tabii günlerce sorgulandı bu bir cinayet miydi, ne ilacı alıyordu, neden alıyordu, depresyonda mıydı, vs. 

Görkemli bir anma töreni yapıldı. Çoğu ünlü olan ailesi, sevenleri ve arkadaşlarının katıldığı tören sadece orada olanlar için değil biz televizyondan izleyen hayranları için de çok duygusaldı.

Ünlü birinin ölümü her zaman diğer ölümlere göre daha garip gelir. Özellikle tanışmadığınız biriyse. Çünkü o bir nevi Tanrı gibidir gözümüzde, hiç görmemişizdir veya konuşmamışızdır canlı canlı ama hep orada olduğunu biliriz. Zor zamanlarımızda ona tutunuruz, mutlu anlarımızda ona şükrederiz ve yanımızda hissederiz.

Michael Jackson da benim tanrılarımdan biriydi. Aslında hala öyle, çünkü o yaptıkları ve bize bıraktıklarıyla ölümsüzleşmiş biri. 

Michael ile ilgili ilk anım, ilkokulda konferans salonunda hakkında gösterilen bir belgeseli izlememdi. Çok şey hatırlamıyorum ama bayağı beğenmiştik kliplerini, danslarını.

Sonra birkaç yıl sonra orta son senemi Michael Jackson'la geçirdim. Hayatını araştırarak, efsanevi kliplerini izleyerek, şarkılarını dinleyerek ve sözlerini ezberleyerek geçti günlerim. Lise sınavına hazırlanırken en büyük destekçim oldu. O sene Thriller albümünün 25. yılı şerefine bir albüm çıkarmıştı Michael Jackson şansıma. Benim de aldığım ilk albüm oldu. Müzik dergilerinde hakkında yazılar yazılmaya, posterler verilmeye başlandı bu vesileyle- ben de yaşadım tabii. Konser ve klip DVD'lerini aldım, Türkiye'deki en büyük Michael Jackson forumu olan Mjturkfan'da yazmaya bile başladım! 

Onun masumluğuna hep inandım. Çünkü röportajlarında ve okuduğum hayat hikayelerinde hep çok hassas ve düşünceli biri olduğu belli oluyordu. Bazen sadece bir gülümsemeden bile anlarsınız, hissedersiniz karşınızdaki insanın içindeki iyiliği. Michael'ın gülümsemesi de bana bunu hissettiriyor. En sevdiğim şeyi, gülümsemesi olabilir.

O kadar ünlü biriydi ki, skandal çık(arıl)maması imkansızdı. Onunla tanışıp konuşmadan asla kesin şunu yaptı kesin bunu yapmadı diyemem. Burada vitiligoya sahip olup olmadığını ya da çocukları taciz edip etmediğini tartışmayacağım. Herkes kendi doğrusuna göre inanır bir şeye. Ve şunu unutmamalıyız ki bizi, kendisini bize göstermek istediği kadarki kişiliği ilgilendirir. 

Michael Jackson çok mükemmeliyetçi biriydi. Eğer mükemmeliyetçi olmasaydı asla şu an olduğu yerde olmazdı. İlk kez moonwalk yaptığı Motown 25 şovundaki Billie Jean performansında parmak ucunda bir saniye daha fazla duramadığı için kendine çok kızmış olduğunu anlatır Moonwalk kitabında. 

Çok yenilikçi biriydi. Müzik ve eğlence dünyasına getirdiği yenilikleri say say bitmez. İlham aldığı Fred Astaire ve James Brown'un danslarını zenci çocukların sokak danslarıyla birleştirip kendine özgü bir dans türü oluşturdu ve geliştirdi. Moonwalk ve Lean hareketini denemeyen kalmadı. Funk ve R&B müziğini öyle içselleştirip modifiye etti ki kendi yaptığı müzik "pop" diye sayılabildi ancak. Onun şarkılarında türler mükemmel bir şekilde harmanlanmıştır: rock, new jack swing, latin, soul, hip-hop... Thriller, tüm zamanların en çok satan albümü oldu. Çektiği bazı klipleri kısa film şeklinde yapışı ve yaratıcılığını güçlendirmek için son teknolojiyi kullanması da onu en yenilikçi ve ilginç entertainer yaptı.

Çok çekiciydi. Yıllar içinde çok değişim geçirse de onda ona has bir karizma vardı. Bir yandan sahnede deve dönüşen agresif, güçlü ve seksi tarafı, bir yandan da kırılgan, sevimli ve utangaç tarafına şahit olduk. Konserlerde She's Out Of My Life şarkısını söylerken sahneye onunla dans etmek için davet ettiği kızlar kollarında bayılıyordu, ağlama krizleri geçiriyordu. Daha da önemlisi, hayatlarındaki en mutlu anları yaşıyor gibi görünüyorlardı. Michael, onların meleği gibiydi.

Çok sevildi. Bütün dünyada sevildi, gitmediği ülke kalmadı konser vermek için. Türkiye tarafından da çok sevildi, özellikle 80'lerde ve 90'larda çocuk olanlar hep onun kasetleriyle ve klipleriyle büyüdü, "eni vici vokke" dedi, bizzat kendisi de 1998'de İnönü Stadı'na geldi. Beyaz çorap-siyah makosen ikilisini Michael dans ederken ayakları gözüksün diye giyse de burada uygulanışı "kıro" olarak algılanmaktan öteye gidemedi.

Başkanlardan müzisyenlere birçok arkadaşı vardı Michael'ın. Öyle arkadaşlar ki gecenin bir vakti telefonla arayıp işletir, ödül gecelerine birlikte katılır, birlikte şarkı yazardı... Prenses Diana, Elizabeth Taylor, Diana Ross, Madonna, Paul McCartney (her ne kadar Michael Beatles kataloğunu satın alınca araları açılmış olsa da), Brooke Shields ve Uri Geller bunlardan sadece birkaçı. Bu kadar çok ünlüyle yakın olan bir ünlü daha yoktur herhalde. Steven Spielberg ve John Landis gibi yönetmenlerle klipler çekiyordu, Slash ve Santana şarkılarında çalıyordu, Marlon Brando ve Eddie Murphy gibi oyuncular kliplerinde oynuyordu. Onu yakından tanıyanlar, göründüğünden daha da utangaç ve hassas biri olduğunu söylemiştir hep.

Utangaçtı, Thriller albümüyle 8 Grammy topladığı ödül gecesinde güneş gözlükleriyleydi hep. Sadece birkaç saniyeliğine çıkardı ve heyecan çığlıklarıyla karşılık alınca utanıp yine geri taktı utangaç bir gülümsemeyle. Oyun yapmadığını anlarsınız iyi bir gözlemciyseniz. O hep doğaldı, mütevazıydı. Çıtayı hep yükseltti ama kimseyi aşağılamadan ve taş atmadan. Hep daha iyisini, bir önceki yaptığından daha yenilikçi, eğlenceli ve iyi bir şey yapmak istedi; yaptı da.

Michael Jackson dans figürleriyle, sesiyle, ikonik giysileriyle, kırdığı rekorlarla ve insanlık için yaptıklarıyla herkesi etkiledi. "Larger than life" deyiminin en çok uyduğu insandı belki de. Bu hayata sığmadı, doldu, taştı ve başka bir boyuta geçti. Bu hayata bıraktıklarıyla yetinmek kaldı bize de. Bugün en az bir Michael Jackson şarkısı dinleyin, klibini, canlı performansını veya röportajını izleyin. Bugün onun doğum günü...


22 Ağustos 2016 Pazartesi

Türkiye'nin en rock 'n' roll sanatçısı Teoman'a bir güzelleme


Teoman'la annemin hayranlığı sayesinde tanıştım. Küçüktüm, 4-5 yaşlarındaydım Teoman ilk şarkılarını çıkardığında. O zamanlarda her yerdeydi Teoman: televizyonlarda klipleri ya da röportajları, dergilerde posterleri, gazetelerde bolca haberleri ve söyleşileri çıkardı. Kasetlerini alırdık, dinlerdik. Kaset dinlerken favori aktivitem olarak kapağın içindeki şarkı sözlerini okurdum, resimlere bakardım. Sözleri tam anlamazdım tabii, daha ergenliğe girmeme bile yıllar vardı. İstasyon İnsanları'ndaki "büyümesi beklenmeden afiyetle yenen" balık için ağlamıştım. Çok sonra anladım mecaz anlamda kullanıldığını...

Belki de en sevdiğim albümü diyebileceğim Gönülçelen'deki her şarkıyı ezbere bilirim herhalde. Hala sıklıkla dinlerim ve çocukluk günlerimi anarım. Bütün günü kasetçaların başında oturup kapaktaki şarkı sözlerinden şarkıyı takip ederek geçirdiğim zamanları... Hoş, aynı şeyi şimdi de hiç yapmıyor değilim ama o günler başkaydı işte.

Teoman'ın en popüler olduğu dönem, benim çocukluk dönemime denk geldi. 10 yaşlarında olduğum zamanlar, ilkokul... Hele o zamanlarda lise, üniversite döneminde olup da albümleri sıcağı sıcağına dinleyip var oluş krizlerini, aşklarını Teoman eşliğinde yaşamış olanlara imrenmiyor değilim. Ama müzik eskimiyor neyse ki, Teoman'ın müziği eskimiyor.

Yabancı ağırlıklı müzik dinleyen biri olarak Teoman'ın yıllardır severek ve defalarca dinlediğim Türk müzisyenlerin başında geldiğini söyleyebilirim. Bazı şarkılarını yıllar sonra tekrar dinlediğimde şarkıdaki bir söz, bir nota, bir bölüm birden çok etkileyebiliyor beni; eminim Teoman seven çoğu kişi böyle hissediyordur. Gecenin bir vakti yatmadan önce müziği kapamayı unutmuşken kulağımda "Şimdi o günlere dönüp seni düşündüğüm anlarda / Hala üstümde kokun, sesin kulaklarımda" dizesini duyup nedensizce aşırı etkilenip duygulanmam; Papatya şarkısı ile aramdaki ilişkinin boyutunu değiştirmiştir mesela. Renkli Rüyalar Oteli'ni bir karaoke barda söylediğim geceden sonra o şarkıyı ilk dinlediğim zamanki anıların üstüne bambaşka anılar ekleyerek zihin kütüphaneme kaldırdım. Kardelen şarkısını yıllar önce ilk kez dinlediğimde pek etkilenmemişken şu sıralar loop'a alıp dinliyorum.

Teoman, bize aşkı öğretti. Aşkı, her haliyle öğretti. Bir yandan Hayalperest'te "O kadar haklısın ki dayanamıyorum buna / O kadar güzelsin ki çok çirkin kaldım yanında / Korkum yaralanman hayatta" deyip aşkın en savunmasız halini gösteriyor, bir yandan da Duş'ta "Aksın bacaklarından oluk oluk / Hiç doğmayacak çocuklarım" diye biz, seksle ilgili şarkı sözü duymaya en azından Türkçe şarkılarda hiç alışmamış dinleyicileri şaşırtabiliyor. Terlemeden Sevişenler, Fahişe gibi şarkı başlıklarını başka hangi müzisyenin albümlerinde görebilirsiniz Teoman'dan başka?

Teoman çok iyi bir "storyteller". Hikayeleri sadece dinletmiyor, yaşatıyor. Bu konuda Bob Dylan'a ya da Leonard Cohen'e benzetmeden edemiyorum. Kupa Kızı ve Sinek Valesi mesela... Bir tek gecelik ilişki nasıl bu kadar duygusal anlatılabilir? Pencere camının buğusuna yazdığı "hoşçakal" yazısını sanki biz görmüş gibi içimiz birden burkulmaz mı gitar arkadan acı acı çalarken? Zampara'nın Ölümü de iki bölümlük bir şarkı olarak sanki bir film izlemişiz etkisi yaratır. İlgiyle dinleriz kahramanın hikayesini, kendi ağzından ve keşfedilmesinde Teoman'ın büyük etkisi olan Pamela Spence'in seslendirdiği kadından.

Teoman, fazlasıyla dürüst söylemleri ve özgün tavırlarıyla biraz John Lennon, "outsider" duruşu ve bohemliğiyle biraz Serge Gainsbourg, magazin programlarında görmeye alıştığımız alkollü halleriyle biraz Jim Morrison... Bu benzetmeleri Teoman özgün değil demek için yapıyorum sanmayın. Aksine, beğendiğim müzisyenlerin ortak özelliklerini bulmak beni tatmin ediyor, kafamda bütünleştiriyor hepsini bir nevi.

Çirkin diyenler var Teoman'a. Güzellik görecelidir tabii ama bu söyleme katılmayanlardanım. Tıpkı Alex Turner gibi (bakın yine benzetme yaptım), yüzüne bakınca "Allah'ım, melek gibi adam" demezsin ama öyle karizmatik, öyle seksi ve cooldur ki; Brad Pitt'e, Kıvanç Tatlıtuğ'a bin basar. Sanırım bu sadece fiziksel görünüşle değil; halin, tavrın, stilin, konuşmanın, gülüşün, mimiğin, ses tonunun, entelektüellik seviyesinin, ürettiği sanatın...vs. vs. bir çok etkenin bir araya gelişiyle varılabilecek bir kanı. Sadece sesi ve telaffuzu bile Teoman'ı çok çekici kılmaya yetiyor mesela. 

Beni şaşırtan, Teoman'ın hayranlarının ağırlıklı olarak kız olmasını beklerken cinsiyet bölüşümünün neredeyse yarı yarıya olması. Youtube'daki yorumlara bakın, yorum yapanların çoğu erkek. Hepsi de Teoman'ın duygularına nasıl tercüman olduklarını, müziğinden "2016'da bile" çok etkilendiklerini yazıyorlar, "sigara paketinden çıkıp kendi yandı" esprisini onun en duygusal şarkılarına yapıyorlar. Bu beni şaşırttı çünkü genelde Teoman gibi biraz asi biraz seksi rock müzisyenlerinin hayran kitlesi, konserlerinde çığlık çığlığa bağıran kızlar olur yıllardır - ki Teoman için de bu geçerli ama erkek hayranlarının da bir o kadar güçlü ve sadık olduğunu söyleyebilirim gözlemlerime göre.

Aynı zamanda sinemaya ve yazarlığa da el atan Teoman, yıllardır Türkiye'de en çok haberi çıkan isimlerden biri. Kendisi de hep söylediği gibi bu durumdan rahatsız tabii ki. Maalesef şöhretin getirdiği olumsuz durumlardan biri bu. Teoman hepimizin gözü önünde sarhoş oldu, evlendi, baba oldu, boşandı, müziği bıraktı, müziğe geri döndü.

Teoman kendine özgü şarkı söyleyiş tarzı, sigarası, içkisi, deri ceketi, gitarı, aykırı tavrı, entel havası, yüzlerce kadın hayranı ve başarılı şarkılarıyla hem isteyerek hem de istemeden yarattığı rock 'n roll karakterinin arkasında yetenekli bir müzisyen, dikkatli bir gözlemci, hayatı dürüstçe yaşayıp anlatmaya çalışan bir adam. Biz de anlattıklarını bir dizideki bir sahnede, bir filmin soundtrack albümünde, metroda taktığımız kulaklıkta ya da kendi konserlerinden birinde dinleyip hem kendimizi bulan hem de kendimizden geçen dinleyicileriyiz. Müziği var olduğu sürece melankoliyi de aşkı da öfkeyi de özlemi de onun şarkıları eşliğinde yaşamaya devam edeceğiz. 


Bonus: 

Teoman, Nejat İşler ve Serenay Sarıkaya'nın oynadığı ve Ekim'de vizyona girecek İkimizin Yerine filmi için taptaze iki şarkı yazmış. Teoman'dan yeni şarkılar dinleyecek olma düşüncesi, zaten merak edilen filmi görmek için bir sebep daha... 

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Cilla: 60'ların ikonunun Liverpool'dan Londra'ya uzanan kariyer yolculuğu

Geçen sene bugünlerde - tam olarak 1 Ağustos'ta - Cilla Black'in öldüğünü öğrendiğim sabah içim burkuldu. Hemen Paul McCartney ve Ringo Starr'ın bu beklenmedik kayıbın ardından ne söylediklerine baktım, çünkü yıllar önce Cilla'nın kariyerinin başlamasını sağlayan kişilerdi.

Cilla Black'i Beatles sayesinde tanıdım. 1960'ların başında, Beatles henüz ilk albümünü çıkarmamışken, Liverpool'da Cavern Club'da sahne alırken seyircinin arasında, sahnede ve vestiyerde karşılaşabileceğiniz biriydi Priscilla White. (Asıl adı bu; Cilla Black ismini bir dergide bir yazarın adını yanlış yazması ve Cilla'nın da bu adı beğenmesi üzerine almış.) Oranın müdavimiydi: vestiyerde çalışıyordu ve arada bir gruplara katılıp sahnede şarkı söylüyordu. Bir gün Beatles'ın menajeri Brian Epstein da onu izliyordu ve ona bir şarkı kaydetmesini önerdi. O günden sonra Cilla'nın hayatı değişti ve yıllar geçtikçe İngiltere'nin en sevdiği şarkıcı ve televizyon sunucularından biri oldu.



Geçen gün Cilla Black'i araştırırken İngiliz TV kanalı ITV'nin 2014'te Cilla Black'in hayatını filmleştirmiş olduğunu gördüm ve hemen izledim. 3 bölümlük bir televizyon filmi olarak çekilen biyografi, Cilla Black'in kariyerini Cilla ve menajeri/partneri Bobby Willis'in ilişkisi üzerinden anlatıyor.

Filmi altyazısız izlemek zorundaydım ve ilk başta cümlelerin sadece yarısını anlıyordum Liverpool aksanından dolayı, sonra alıştım neyse ki. Filmin başında 1960 yılının Liverpool'una gidiyoruz ve önünde uzun kuyruklar oluşan Cavern Club'da izleyicinin arasına katılıyoruz. Beatles, The Big Three ve Rory Storm and the Hurricanes gibi beat gruplarının meşhur olmaya başladıkları anlara tanıklık ediyoruz. Cilla da bu grupların hem hayranlarından hem de arkadaşlarından biri. Aklında hiç şarkıcı olmak yok ama arada bir bu grupların isteği üzerine sahneye çıkıp birer şarkı söylüyor. Cilla bir gün bir fırıncı ama aynı zamanda şarkı yazarı olan Bobby Willis ile tanışıyor, Bobby de Cilla'daki potansiyeli ilk fark edenlerden oluyor.

Filmin başında kaderin Cilla için ağlarını nasıl ördüğünü görünce insan hayret ediyor. İlk başta o zamanlar Rory Storm'un grubunda olan Ringo, ona grupla birlikte şarkı söylemek için Hamburg'a gelmesini teklif ediyor ama Cilla'nın babası izin vermiyor. Sonra Beatles, Cilla için Brian Epstein'ın dinleyeceği bir seçme ayarladığında Cilla sesini müziğe göre ayarlayamıyor ve bu olaydan sonra bir süre şarkı söylemeye ara veriyor. Şans kapısı Cilla için kapanmış gibi gözükse de başka bir akşam Bobby'nin teşviğiyle sahnede tekrar şarkı söylemeye başlayan Cilla'yı gören Epstein ona kartını veriyor. Cilla, Londra'daki EMI stüdyolarında Beatles'ın da prodüktörü olan George Martin'le birlikte bir Lennon/McCartney şarkısı olan Love of the Loved'ı ilk single'ı olarak kaydediyor. (Küçük bir dipnot: Birkaç hafta önce Paul McCartney'nin bu şarkıyı kendi söylediği ve Cilla'ya verdiği demosu bulundu, açık artırmada satışa çıkacak.)



Ama asıl hit şarkısı, ABD'li ünlü besteci ve piyanist Burt Bacharach'in Anyone Who Had A Heart baladı oluyor. Onu 1 numara yapan bu şarkıya ilk başta bir rock 'n roll şarkısı olmadığı için sıcak bakmayan Cilla için bu kayıt bir dönüm noktası oluyor. Cilla'nın kızıl saçlarını pixie cut tarzında kestirmesiyle ve yine Bacharach'ın aynı adlı film için yazdığı Alfie şarkısını kaydetmesiyle 60'ların ikonlarından ve İngiltere'nin en sevilen şarkıcılarından biri haline geliyor. Filmin en sevdiğim sahnelerinden biri de bu. Burt Bacharach, Alfie şarkısını kaydetmek için Londra'ya geliyor ve Cilla'ya şarkıyı defalarca söyletiyor. George Martin'in "Tam olarak ne arıyorsun Burt?" sorusu üstüne "Bilmiyorum, sanırım birazcık sihir..." cevabı da tamamıyla gerçek. Bu olayı film çok güzel yansıtmış.

Film boyunca bir yandan Cilla'nın Bobby ile olan karmaşık ilişkisini de izliyoruz. Bobby, Cilla'nın sadece profesyonel kariyeriyle ilgilenmiyor: ona deli gibi aşık. O kadar aşık ki Brian Epstein ona bir solo kariyer teklif ettiğinde Cilla "bu ilişkide iki egoya yer yok" dediği için teklifi reddediyor. Cilla, meşhur oldukça daha da bağımsız ve kararlı; hatta yer yer bencil bir kadın oluyor. Bu durum Bobby ile olan ilişkisini sarssa da Cilla sonunda kariyerini ve aşkını dengelemeyi başarıyor.



Sheridan Smith, hem görünüşüyle hem de sesiyle Cilla Black'e olan benzerliğiyle dikkat çekiyor. Filmdeki şarkıları, Cilla'nın tutkusunu ve tarzını çok iyi yakalayarak bizzat kendi söylüyor. Cilla'nın stüdyoya girdiği ilk andan Paul McCartney'nin Cilla'nın televizyon şovu için 1968'de yazdığı Step Inside Love şarkısını söylediği ana kadar geçirdiği değişimi, seyirciye mükemmel yansıtıyor Sheridan Smith. Cilla'nın şirin ve doğal tarafını da güçlü ve rekabetçi tarafını da gösteriyor bize.

Bobby Willis'i canlandıran Aneurin Barnard'ı ise gözüm bir yerden ısırıyordu filmin başında. Hızlı bir Google araması ile onu daha önce yine 60'larda geçen, ünlü fotoğrafçı David Bailey ile model Jean Shrimpton'ın aşkını anlatan We'll Take Manhattan filminin fragmanında izlediğimi hatırladım, Bailey'i oynuyordu kendisi. Barnard, platin sarısına boyanmış saçlarıyla ve saf aşık halleriyle sempatimizi kazanıyor. Canlandırdığı karakter Bobby Willis, önce Cilla'nın road manager'ı oluyor, bir süre sonra da kocası. Yer yer onu kıskanıyor, sinir oluyor ama hep onu seviyor ve ne olursa olsun peşini bırakmıyor. Ona şarkılar yazıyor ve şov dünyasının kötülüklerinden korumaya çalışıyor. Bir yandan da kendi ailesiyle yaşadığı sorunların üstesinden gelmeye çalışıyor.

Beatles da film boyunca yer yer karşımıza çıkıyor. Önce Cavern Club'da seyirciyi tüm çılgınlıklarıyla coştururken, sonra Cilla'ya seçme ayarlarken, en son da Cilla'nın 1 numaraya çıkmış şarkılarını kutlarken. Oyuncuların çok doğru seçildiğini düşünüyorum. Filmin başında Cilla bir kadının saçlarını boyamaya gittiğinde konuştuğu genç erkeğin Ringo olduğunu hemen anlamıştım sesinden ve tipinden. Tüm üyelerin mimikleri, aksanları ve hareketleri de çok iyi oturmuş.



Filmin en önemli karakterlerinden biri olan Brian Epstein ise film boyunca en çok sempati duyduğum ve üzüldüğüm karakter. Beatles'ın ve Cilla'nın menajeri Brian'ın yaşadığı sorunları biliyordum ama filmi izleyince daha da iyi anladım. Brian'ın Liverpoollu rockerların aksine şık giyimi, sakin tavrı ve sosyetik İngiliz aksanını Ed Stoppard başarıyla ekrana taşıyor. Menajerliğini yaptığı şarkıcılara olan sadakatini ve bağlılığını gördüğümüz Brian'ın bir yetenek avcısı ve menajer olarak kibar, zengin ve kararlı tarafına da bastırmaya çalıştığı eşcinsel kimliğine ve savunmasız tarafına da tanıklık ediyoruz. Filmin sonunda, çocukluğundan beri gizli gizli boğuştuğu depresyonun, cinsel kimlik karmaşasının ve uyku sorunu için aldığı ilaçların ünlü menajerin sonunu getirdiğini izlemek beni çok duygulandırdı.

Erkeklerin egemen olduğu pop müzik dünyasında bir kadın olarak doğru zamanda doğru yerde doğru kişilerle karşılaşan ve bir numaraya yükselen Cilla Black, yıllardır başta İngiltere olmak üzere dünyanın en sevdiği kadın şarkıcılardan ve "entertainer"lardan biri. Bu başarılı biyografik filmde de kendisine bir kez daha hayran kalıyoruz, kendimizi daha yakın hissediyoruz ve anıyoruz. 1960'lar İngiltere'sinde bir yolculuğa çıkmak, gerçek hayatta yaşamış hepsi birbirinden farklı, özgün ve başarılı karakterleri tanımak ve güzel müziğe tanıklık etmek istiyorsanız, ne yapıp edip Cilla filmini bulun ve izleyin derim.


Bonus: 


Bu filme nereden rastladım sorusunun cevabı. 1965 yılında çekilen bir TV programında Paul McCartney ve John Lennon'ın şarkılarını 60'lara özgü egzantrik platformların basamaklarında dansçılar eşliğinde yorumlayan sanatçıların arasında Cilla Black de var. Programda eski arkadaşları Paul ve John'un onun için yazdığı It's For You şarkısını yorumluyor - ki bu şarkıya delicesine takıldım son birkaç gündür. Şarkının başında ve sonunda John ve Paul'la şakalaşmasına bayılıyorum, özellikle filmi izledikten sonra nereden nereye, diyor insan. Cilla'ya göre şarkının sonunda John'un ona "tepede şarkı söylerken iç çamaşırını görebiliyordum" diyerek şakalaşması onu kahkahaya boğmuş. Tipik John Lennon...


8 Ağustos 2016 Pazartesi

Beatles'ın dönüm noktası albümü Revolver, 50. yılını kutluyor


Birkaç gün önce, 5 Ağustos'ta, Beatles'ın Revolver albümünün çıkışı üzerinden 50 yıl geçtiğini, sosyal medyada Beatles ile ilgili takip ettiğim hesaplarda #RevolverTurns50 hashtagini görüp öğrendiğimde sanki çok sevdiğim bir arkadaşımın, aile ferdinin ya da sevgilimin doğum günüymüş gibi sevindim.

Revolver albümünü ilk dinleyişimin üstünden 4 yıl geçmiş. Hatırlıyorum, CD'sini almıştım- eh, henüz plak işine girmemiş biri olarak CD mp3'lere kıyasla çok daha hoşlandığım, hatta gözümde nostaljik olmaya başlamış bir format. Birkaç ay önce Beatles'ın Spotify'a gelişiyle açıkçası çok da dinlemediğim CD'mi tozlu raftan çıkarıp dinledim 5 Ağustos'ta 50. yılın şerefine.

50 yıl... Boru mu! Bu kadar efsane bir albümün 50. yılı bir blog yazısını hak ediyor diye düşündüm ve işte yazıyorum.

"Neden efsane?" diyeceksiniz, özellikle Beatles'ı çok tanımayanlar. Şöyle ki, 1966 yılını müzik açısından en bereketli yapan albümlerden biridir Revolver. Yaş ve etki olarak Bob Dylan'ın Blonde on Blonde'u ve Beach Boys'un Pet Sounds'u ile eş diyebiliriz. Bir yandan da 13th Floor Elevators, Iron Butterfly gibi saykodelik grupların ortaya çıktığı, Rolling Stones'un Aftermath albümünün single'ı Paint It Black şarkısıyla sıradan bir pop grubu olduğu tezini çürüttüğü bir yıl 1966. 

1966, "60'lar" için bir dönüm noktası oldu. Uyuşturucu kullanımının artması, müzikte bir değişiklik ve yenilik arama çabası ve dünya çapında gergin siyasi ortam; müzisyenleri deneyselliğe itti. Şarkılar, birbirine benzememeye başladı. Ama ironik olarak bir yandan da "konsept albüm" kavramı ortaya çıktı. Beach Boys'un Pet Sounds albümü bunun ilk örneği diyebiliriz, ondan etkilenen Beatles da konsept albümlerin babası olarak bir sonraki sene Sgt. Pepper's Lonely Hearts Club Band'i çıkarmıştır. 

Zaten Beatles ile Beach Boys birbirinden çok etkilenmiştir. Örneğin Pet Sounds albümünden God Only Knows şarkısı, Paul McCartney'nin en etkilendiği şarkılardandır, her dinlediğinde gözü yaşlanırmış. Revolver'da da Pet Sounds'un etkilerini görebiliriz. E, Pet Sounds da Brian Wilson'ın Beatles'ın bir önceki albümü Rubber Soul'u aşma çabasıydı zaten. Gördüğünüz gibi bu tatlı rekabet, günümüzdeki gibi şarkılarda birbirine küfür edip sansasyon çabası yaratmanın çok ötesinde; hep iyi, daha iyi müzik yapma çabası üzerine kuruluydu.

Dönelim tekrar Revolver'a... Beatles'ın Hamburg günlerinden tanıdığı artist Klaus Voormann'ın kapağını tasarladığı albüm aslında George Harrison'ın dediği gibi, 1965 tarihli Rubber Soul albümünün devamı niteliğinde gibi. Beatles artık hem söz hem müzik olarak daha kompleks yapılar oluşturmaktaydı. Stüdyoda gece yarılarına kadar kalmalar, sabahlamalar başlamıştı. Elbette uyuşturucu da...

Tersten giriş yaparsak albümün son iki şarkısı, Paul'un Got to Get You into My Life'ı ve John'un Tomorrow Never Knows'u da uyuşturucu etkisiyle yazılmıştır. İlk dinleyişte, yeni aşık olduğu bir kıza yazılmış gibi duran Got to Get You into My Life aslında Paul'un yıllar sonra biyografisinde itiraf ettiği gibi uyuşturucu için yazmış.

Albümün son şarkısı Tomorrow Never Knows da eminim ilk dinleyişimde beni bile çok şaşırttıysa 1966'da albümü dinleyenleri ne kadar şaşırtmıştır. "Turn on, tune in, drop out" felsefesiyle özdeşleşen LSD gurusu Timothy Leary'den ve Tibetan Book of the Dead kitabından etkilenen Lennon, "listen to the color of your dreams" gibi sürrealist sözlerle süslemiştir şarkıyı. Beatles'ın tüm elemanları da hızıyla oynanmış kaset loopları, tersten çalınıyor gibi gelen gitar soloları, sitar ve tamburalar ve Ringo'nun albüm genelinde de çok övülen bateri çalışı ile şarkıya muazzam bir katkıda bulunmuştur. Bu kayıt teknikleriyle Beatles, kesinlikle başka bir boyuta, zamanın ötesine geçmiştir.

Albümün diğer incileri de en az Tomorrow Never Knows kadar heyecan vericidir. İngiliz hükümetinin aldığı vergilere laf eden ve kısa ama öz, mükemmel bir Paul gitar solosu barındıran açılış şarkısı Taxman, Hint ezgileriyle ve felsefesiyle bezenmiş, dinlerken "Bir dakika ya, Beatles mı bu?" diye tepki verilebilecek Love You To ve platonik aşk yaşayanları tam kalbinden vuracak I Want to Tell You, George Harrison'ın Lennon-McCartney gölgesinden çıktığını işaret eden şarkılardır. I'm Only Sleeping ile John'un tembelliğine katılıp rüyalara dalarız, bir yandan da George'dan bir "backwards guitar solo" dinleriz ki bu devrimsel bir olaydır müzik tarihinde. 

Ağırlıklı olarak Paul'un yazdığı şarkıları incelersek, bir dönem alarm müziğim olan Good Day Sunshine, ismi gibi güneşli, pozitif ve klasik bir McCartney şarkısıdır. John'un en sevdiği Paul şarkılarından olan, romantizmin doruklarına çıkmış Here, There and Everywhere de artık karşısındaki kişiyi tanımadığını dile getiren acı-tatlı For No One da Paul'un o dönemki sevgilisi Jane Asher ile inişli çıkışlı ilişkilerinin esintilerini taşır. Yaylı çalgılar ve vokaller dışında başka bir enstrüman bulundurmayan ve yalnız insanları sofistike sözlerle anlatan Eleanor Rigby ise yine Paul'un en meşhur eserlerindendir. Rock müziği başka boyuta taşıyan bir şarkıdır kesinlikle.

Yellow Submarine ise Paul'un aklına tam uykuya dalarken gelen bir şarkıdır. Ringo Starr'ın söylemesi için bir çocuk şarkısı yazmıştır ama bir çocuk şarkısından çok ötedir Yellow Submarine. 7'den 70'e herkesin neşeyle eşlik edeceği, tatlı mı tatlı bir şarkıdır. Üstelik şarkıdaki ses efektleriyle kendinizi gerçekten denizaltında hissedersiniz. Bu ses efektleri de tamamen doğal bir şekilde yaratılmıştır: Beatles'ın şoförü Alf, depodan bulduğu zincirleri sallar, John su dolu bir bardağa pipetle üfleyerek baloncuk sesi çıkarır...vs. İki buçuk sene sonra bu şarkıdan esinlenerek bir animasyon filmi çeker Beatles.

Doctor Robert, yine Timothy Leary'den esinlenilmiş bir şarkıdır. And Your Bird Can Sing'i dinledikten sonra Anthology versiyonunda kafaları güzel olan ve durmadan kıkırdayan Beatles versiyonunu da mutlaka dinlemenizi öneririm. Her dinlediğimde beni de gülümsetir. Beatles ile stüdyoda olmanın nasıl bir duygu olacağı hakkında küçük bir fikir veriyor.

Albümün başka bir şarkısı She Said She Said'in ilginç bir hikayesi var. 1965 yazında Beverley Hills, California'da bir ev düşünün. İçinde Beatles, Byrds ve oyuncu Peter Fonda biraz rahatlamak ve eğlenmek için uyuşturucu alıyorlar. Kötü bir trip geçiren George Harrison'ı rahatlatmak için Peter Fonda, kurşun yarasını gösteriyor ve ölümün nasıl bir şey olduğunu bildiğini söylüyor. "I know what it's like to be dead." Tabii ki bu rahatlamaca ters tepiyor. John, Peter'a susmasını, şu anda ölümün nasıl bir şey olduğunu bilmek istemediklerini söylüyor. "You're making me feel like I've never been born."

50 yıl sonra bu hikayeler ve kayıt teknikleri hala araştırılıp takdir ediliyorsa... Albüm hala defalarca dinleniyorsa... Çıkış tarihinden yıllar sonra doğup büyüyenleri bile etkiliyor ve şaşırtıyorsa... Bir sürü eleştirmen, müzisyen ve hayran bu albümü gelmiş geçmiş en iyi ve etkileyici albümler arasına koyuyorsa...

Bu albüm gerçekten efsanedir, demektir. Dinleyen, bir daha dinlesin; dinlemeyene dinletsin'dir. Yaşasın Revolver, yaşasın deneysel ve saykodelik çağa geçen Beatles'tır...

Bonus:


1 Ağustos 2016 Pazartesi

Müzik seçimleriyle etkileyiciliğini artıran 6 reklam filmi

Reklamcılıkla yan dal yapmış biri olarak bu iletişim formunu görünen ve görünmeyen yüzleriyle iyi tanıdığımı söyleyebilirim. Reklamcılığa kapitalizme hizmet eden ve hatta tüketiciyi "manipüle eden" bir sektör olarak bakanlar çoktur ve bu bakış açısında doğruluk payı yok değil. Ama reklam öyle bir dal ki işin içinde sadece satış rakamları ve görüntülenme oranları yok. Özellikle Türkiye'de 80'lerin başında reklamın altın çağını başlatan isimlere bakarsak çoğunun akademi mezunu olduğunu; grafik ve resim gibi bölümler okuduğunu görürüz. Çünkü onlarda herkesin sahip olamadığı başka bir göz daha vardı ve pazarlamayı sanatla buluşturdular. Reklamcılığın aynı zamanda bir sanat olduğunu gösterdiler.

"Reklamcılık sanat mıdır bilim mi?" sorusunu tartışırsak tıpkı derslerdeki gibi süreyi aşarız ve ödevlerde olduğu gibi sayfalarca sürer argümanımız. Fakat uzmanlığımız ne olursa olsun en basitinden tüketiciler olarak aklımızda yer eden, tekrar tekrar izlemek istediğimiz hatta bir film ya da konser izlemişçesine büyülendiğimiz reklamlar olmuştur. Jinglelar dilimize dolanır, kendimizi o kararakterin yerine koyarız. Ve fark etmeden o reklamı yapan markaya yakınlaşmış buluruz kendimizi. İşte reklamın gücü!

Ülkemizde örnekleri hiç yok diyemesek de yurtdışında reklamcılığın bambaşka bir boyuta geldiği konusunda hemfikirizdir. Dev prodüksiyonlar, efektler, kullanılan ünlüler... Hele o bestelenen şarkılar, jinglelar, nasıl akla takılıyor değil mi ustalıkla yapıldıysa? Bir reklamda bulunması gereken, bulunursa tüketiciyi iyice içine çekebilecek öğelerden biri de müziktir. Müzik ağlatır, müzik güldürür. Müzik tüyleri ürpertir, müzik umut verir. Bir reklamın müziğini değiştirip öyle izleyin, etkisi çok farklı olacaktır. 

Benim de aklımda yer eden, arada açıp izlediğim ve özellikle kullanılan şarkılara hayran olduğum birkaç reklam var; sizlerle paylaşmak istiyorum:


1. Prada Candy


Wes Anderson ve Roman Coppola imzalı bir reklam filminden ne beklerseniz daha fazlası var. Bizi bohem Fransa'ya götüren, sevimli ve bir o kadar garip bir aşk üçgenini izleten reklam; Prada'nın Candy adlı parfümü için çekilmiş. Başrolde de bu tatlı parfümün hayat bulmuş hali olarak Candy karakterini canlandıran güzel oyuncu/model Léa Seydoux var. Kullanılan üç şarkı var, üçü de 60'lardan, üçünü de reklamı izledikten sonra indirdim ve durmadan dinliyorum birkaç yıldır: France Gall'den Le temps de la rentrée, Jacques Dutronc'tan Il est cinq heures, Paris s'éveille ve L'Idole. 


2. Levi's: Dangerous Liasions


2007'de çekilmiş olan bu reklamı hatırlayanlar olabilir, ülkemizde de bayağı gösteriliyordu televizyonlarda. BBH London ve yönetmen Richard Ledwidge'in yarattığı reklamda başrolde yine Léa Seydoux var. Genç bir çiftin aşkına tanıklık ediyoruz ama kıyafetleri hep değişiyor. Levi's'ın ortaya çıkışından günümüze kadar yükselişini ve zamansızlığını anlatan reklamda 1900'lerin her tarzına tanıklık ediyoruz. Fondaki şarkı ise Little Annie'nin Strange Love şarkısı ki bence mükemmel bir seçim olmuş.


 3. Miss Dior Cherie


Parfüm ve Fransa ikilisi yine karşımızda. Zaten dikkat ederseniz genelde hep parfüm reklamları kısa film tadında olur. Kadın-erkek ilişkisini en saf, erotik ve göz kamaştırıcı haliyle oynar ünlü yönetmenler tarafından yönetilen ünlü oyuncular. Bu sefer yönetmenimiz Sofia Coppola, başrolde Natalie Portman, fonda da Serge Gainsbourg ve Jane Birkin'in efsane şarkısı Je t'aime... moi non plus var. İnsanın siyah mini elbise giyip pastel renkli mekanlarda elinde balonlar ve çiçeklerle Paris'te dolaşası geliyor. 


4. Dior Eau Sauvage


Dior'un 1966'da çıkardığı klasik ve egzotik erkek parfümü Eau Sauvage'ın bir reklam filmi var ki benim gibi Alain Delon ve Rolling Stones sevenler için çifte ziyafet! İzlenecek filmler listemde olan 1969 tarihli La Piscine filminden Alain Delon'un bulunduğu sahnelerin özenle seçildiği ve Delon'un hem kadınlar hem erkekler tarafından takdir edilen seksapalitesinin ve coolluğunun parfümle özdeşleştirildiği reklamda Rolling Stones'un Sympathy for the Devil parçası çalıyor. Biz de Delon'a ve şeytansı çekiciliğine "Pleased to meet you" diyoruz...


5. John Lewis: Monty the Penguin


İngiliz mağaza zinciri John Lewis'in Noel reklamları her sene merakla beklenir ve genelde tüketiciyi ağlatır, yarışmalarda ödülleri toplar. Aynı şey 2014 yılında da oldu. Küçük bir çocuk, sevimli penguen arkadaşı Monty ile kalpleri fethetti, sosyal medyada çok paylaşıldı. Sonunda da yine çok duygulandırdı, ben de gözyaşı döktüğümü itiraf etmeliyim. Bunda reklam boyunca Tom Odell'in söylediği Beatles/John Lennon şarkısı Real Love çok etkili elbette. Sevgi, aşk ve arkadaşlık duyguları üstüne oynayan reklam insanın içini ısıtıyor, tıpkı yılbaşında olması gerektiği gibi.



6. Pepsi: We Will Rock You


2000'lerin başına gidip biraz nostalji yaparsak bu efsanevi reklamı nasıl unuttuğumuza şaşırabiliriz. Britney Spears, Beyoncé, Pink ve Enrique Iglesias... Hepsi kariyerinin zirvesine giden yolda... Bu reklamda da Eski Roma döneminde bir stadyumda! Queen'in We Will Rock You şarkısını yorumlayarak daha da efsaneleştiren 3 kadın, kral Enrique'yi şaşırtıyor ve sonunda buz gibi Pepsiler içiliyor. Hey gidi günler hey...