16 Mayıs 2016 Pazartesi

Nostalji Dalgası

“Geçmiş, gelecek gibi her zaman çekici bir hayaldir. Hep çarpıtılan, hep özlenen ve hep daha güzel günlermiş gibi görülür. Bizi, şimdiki zamanın doğruluğundan ve gerçekliğin acısından uzak tutar. Güzel, geri alınamaz ve hep şu ankinden daha iyi bir yerdeymiş gibi görülür.

Fakat tıpkı öngörülemeyen gelecek gibi, geçmişin kendisi de gerçek olarak bildiğimiz şeyin aksine olmak istediğimiz şeyin idealize edilmiş bir versiyonu gibidir.

Nostalji yaparken bir dönemin içine duygusal bir ruh hâlini koyarız ve o spesifik zamanı 
idealize etmeyi seçeriz.”

Nostalji hakkında okuduğum İngilizce bir yazının küçük ama bence çok önemli bir bölümünün bendeniz tarafından çevirisini okudunuz. Ben çok nostalji yapan bir insanım. Yıllardır günlük tutmanın etkisi deyin, en sevdiğim müziklerin, kıyafetlerin ve insanların on yıllar önceki bir döneme ait olmasından deyin ama eskiden beri hep nostalji yaparım. Bahar mı geldi, “acaba 3 yıl önce bugünlerde ne yapıyordum?” diye kendime sorup günlüklerimi karıştırırım. Bir haftalık bir seyahate mi gittim, döner dönmez oradan aldığım hediyelik eşyalara ve çektiğim fotoğraflara bakıp duygulanırım. Hatta çok güzel bir akşam mı geçirdim, o gece başımı yastığa koyduğum an o gecenin bitmiş olmasının yasını tutmaya ve olayları kafamda yeniden canlandırmaya başlarım.

Çok sağlıklı bir şey değil, biliyorum. Ama sadece ben mi? Tüm dünyada insanlar bu durumu yaşıyor. Arkadaşlarımla sık tartıştığımız konulardan biri nostalji. Özellikle artık her şey sıradanlaşmış ve sıkıcılaşmış gibi gelen günümüzde çoğu insan kendini başka bir dönemin estetik ve düşünce anlayışını desteklerken buluyor. Yoksa neden hâlâ plaklar CD’lerden daha popüler, neden bıkılmadan usanılmadan milyonlarca dolar harcanıp dönem filmleri ve dizileri çekiliyor, neden vintage kıyafet ve aksesuarlar belki de altın dönemini yaşıyor? Hepimiz, başka bir zamanda, başka biri olmak istiyoruz. Daha doğrusu “kendimiz” olmak istiyoruz; kendimizi en iyi orada, o insanlara, o koşullarda gösterebileceğimizi düşünüyoruz. Şu anki hayatımızda tıpatıp öyle yaşayamasak da günün sonunda her şey üstümüze geldiğinde ve hiç kimse bizi anlamadığında şu anda benim yaptığım gibi Spotify’da Summer of Love: Late 60s and Early 70s playlistimizden (evet, hadi takip edin! ) Joni Mitchell’ın Woodstock şarkısını açıp 1969’un havasını birazcık da olsun soluyup günümüzden yakınıp geçmişi yüceltebiliyoruz. Pikap ve plaklarınız varsa daha da iyi!

Woody Allen’ın Midnight in Paris filmi geliyor aklıma. Filmin sonlarına doğru 1920’lerde yaşayan Adriana, Gil’le birlikte birkaç on yıl geriye, Moulin Rouge’un altın çağına gidince Gil’e: “Hiç geri dönmeyelim! 1920’ler çok sıkıcı. Bu dönemin kıyafetleri, sanatçıları, sokakları, her şeyi daha güzel.” diyor. Tam bir 1920’ler hayranı olan bohem yazar Gil ise bunu şaşkınlıkla karşılıyor ve 1920’lerin ne kadar ilham verici olduğunu savunuyor ama sonunda o da izleyiciyle birlikte paradoksu fark ediyor.


Benim çok yaşamak istediğim 1960’larda da insanlar 1920’lerin kadife ceketlerini ve dantel elbiselerini tercih edip 1800’lerdeki dekadan yazarlar gibi yaşamak istemiyor muydu? Hatta 1960’ların giyim tarzından esinlenenler, o dönemin modasının 1920’lerin, hatta daha da eski dönemlerin kopyası olduğunu fark edecektir. Şimdinin vintage’ı 1960’larsa o zamanın vintage’ı da 1920’lerdi.

Ne garip… Bazen hayatımızın ilham alarak geçtiğini düşünüyorum. İlham alarak ama pek de somut bir şeyler üretmeden. Ruh hâlimizi korumak için ilham alıyoruz belki de.
Suçu yine teknolojiye atar gibi olacak, ama "İlham diye bir kavramının varlığı kesin, önemli olan insanı çalışırken yakalaması." diyen Picasso aynı zamanda ne demiş bakın:

“Bilgisayarlar işe yaramazdır. Size sadece cevapları verebilirler.”

Tabii ki Picasso, bilgisayarlarda yaratıcılığa yol açan pek çok olanağı görememişti, en basitinden photoshop programı gibi. Yine de belli bir bakış açısıyla bakarsak bu sözün doğruluğunu kanıtlayan örnek durumlar bulabiliriz hayatımızda. Bilgisayara ya iş ya da eğlence için bakıyoruz değil mi? Sözde çok pratik ve eğlenceli olduğunu düşündüğümüz bilgisayar- hatta artık akıllı telefonlar- bazen yaşam enerjimizi alır gibi olmuyor mu? Çok fazla bilgi almak ve her şeyi yargılamaktan bir şey üretmeye vakit kalmıyor bazen. Herkesle ilişkinin sözde devam ettirildiği ve 24 saat ulaşılabilir olmanın en kolay yolu Whatsapp gibi platformların olmadığı, sadece SMS ve çağrı yoluyla iletişim kurduğum günleri özlüyorum. Çünkü fark etmeden çok fazla şey yüklüyoruz kendimize ve tam anlamıyla bir “overload” oluyor, çaktırmadan stres de beraberinde geliyor. 

Beyninizi temsil eden bir kova düşünün. İçine doldurduğunuz su ise her türlü bilgi. Kovayı dolduruyorsunuz, dolduruyorsunuz fakat bir süre sonra kovada yer kalmıyor, su taşıyor. Taşan su hiçbir işe yaramıyor. Var olan bilgiyi de kendiyle birlikte sürüklüyor. İşte günümüzde olan bu!

Bu küçük kişisel gelişim bölümünden sonra tekrar konumuza dönecek olursak…

Nostalji yaparken aslında belli bir an'a değil, o anın bize hissettirdiği şeye özlem duyuyoruz. Bazı şarkıları dinlerken o şarkıyı ilk veya en çok dinlediğiniz zamanlara geri dönmemiz gibi… Şarkılar ve deneyimler özdeşleşiyor ve her dinleyişte beyin bir “geri çağırma” yapıyor ve o ana ışınlanıyoruz. O duyguları yeniden yaşıyoruz. Belki şarkı hiç bitmesin istiyoruz, belki de şarkıyı hırsla değiştiriyoruz hemen. Ama şu kesin ki, bu durum bizi derinden etkiliyor.

İşte sevgili okur, bazı dönemler var ki benim gibi bir kez kokusunu aldınız mı, bir parçanızı kaptırdınız mı geri dönemiyorsunuz. Benim bir yanım hep 1960’ların sonunda mesela. Belki California’da bir festivalde Jimi Hendrix’i dinliyor, belki New York’ta Greenwich bölgesinde Bob Dylan ve Allen Ginsberg’le felsefe konuşuyor, belki Londra’da Beatles’ın albüm lansmanında kendinden geçiyor ve “Yaşamak için ne güzel bir zaman!” diyor.

Belki o zamanlarda yaşasaydım öyle demeyecektim, kim bilir. Ama şu anda 
yapabileceklerim:

- Zaman makinesinin icat edilmesini dilemek,
- Sadece bir şarkı açarak, bir paragraf okuyarak veya bir fotoğrafa bakarak mutlu olabildiğim gerçeğini takdir etmek,
- Sevdiğim döneme aşırı bağlanmadan hayatımın bir parçası hâline getirmek – bir nevi çizgileri bulanıklaştırmak: profesyonel hayatımla ilgi alanımı bir şekilde birleştirmek,
- Her zaman zihnimde ziyaret edebileceğim bir sığınağım olduğunu bilmek,
- Benim gibi düşünen insanlarla bu duygularımı paylaşmak.

Bu blogu yazmamın en önemli nedeni de bu zaten!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder