“Geçmiş,
gelecek gibi her zaman çekici bir hayaldir. Hep çarpıtılan, hep özlenen ve hep
daha güzel günlermiş gibi görülür. Bizi, şimdiki zamanın doğruluğundan ve
gerçekliğin acısından uzak tutar. Güzel, geri alınamaz ve hep şu ankinden daha
iyi bir yerdeymiş gibi görülür.
Fakat tıpkı öngörülemeyen gelecek gibi, geçmişin kendisi de gerçek olarak bildiğimiz şeyin aksine olmak istediğimiz şeyin idealize edilmiş bir versiyonu gibidir.
Fakat tıpkı öngörülemeyen gelecek gibi, geçmişin kendisi de gerçek olarak bildiğimiz şeyin aksine olmak istediğimiz şeyin idealize edilmiş bir versiyonu gibidir.
Nostalji
yaparken bir dönemin içine duygusal bir ruh hâlini koyarız ve o spesifik zamanı
idealize etmeyi seçeriz.”
Nostalji
hakkında okuduğum İngilizce bir yazının küçük ama bence çok önemli
bir bölümünün bendeniz tarafından çevirisini okudunuz. Ben çok nostalji yapan
bir insanım. Yıllardır günlük tutmanın etkisi deyin, en sevdiğim müziklerin,
kıyafetlerin ve insanların on yıllar önceki bir döneme ait olmasından deyin ama
eskiden beri hep nostalji yaparım. Bahar mı geldi, “acaba 3 yıl önce bugünlerde
ne yapıyordum?” diye kendime sorup günlüklerimi karıştırırım. Bir haftalık bir
seyahate mi gittim, döner dönmez oradan aldığım hediyelik eşyalara ve çektiğim
fotoğraflara bakıp duygulanırım. Hatta çok güzel bir akşam mı geçirdim, o gece
başımı yastığa koyduğum an o gecenin bitmiş olmasının yasını tutmaya ve
olayları kafamda yeniden canlandırmaya başlarım.
Çok
sağlıklı bir şey değil, biliyorum. Ama sadece ben mi? Tüm dünyada insanlar bu
durumu yaşıyor. Arkadaşlarımla sık tartıştığımız konulardan biri nostalji. Özellikle artık her şey sıradanlaşmış ve sıkıcılaşmış gibi gelen günümüzde çoğu insan kendini başka bir dönemin estetik ve düşünce anlayışını
desteklerken buluyor. Yoksa neden hâlâ plaklar CD’lerden daha popüler, neden bıkılmadan usanılmadan milyonlarca dolar harcanıp dönem filmleri ve dizileri
çekiliyor, neden vintage kıyafet ve aksesuarlar belki de altın dönemini yaşıyor? Hepimiz,
başka bir zamanda, başka biri olmak istiyoruz. Daha doğrusu “kendimiz” olmak istiyoruz; kendimizi en iyi orada, o insanlara, o koşullarda
gösterebileceğimizi düşünüyoruz. Şu anki hayatımızda tıpatıp öyle yaşayamasak
da günün sonunda her şey üstümüze geldiğinde ve hiç kimse bizi anlamadığında şu
anda benim yaptığım gibi Spotify’da Summer of Love: Late 60s and Early 70s
playlistimizden (evet, hadi takip edin! ) Joni Mitchell’ın Woodstock
şarkısını açıp 1969’un havasını birazcık da olsun soluyup günümüzden yakınıp
geçmişi yüceltebiliyoruz. Pikap ve plaklarınız varsa daha da iyi!
Woody
Allen’ın Midnight in Paris filmi geliyor aklıma. Filmin sonlarına doğru
1920’lerde yaşayan Adriana, Gil’le birlikte birkaç on yıl geriye, Moulin
Rouge’un altın çağına gidince Gil’e: “Hiç geri dönmeyelim! 1920’ler çok sıkıcı.
Bu dönemin kıyafetleri, sanatçıları, sokakları, her şeyi daha güzel.” diyor.
Tam bir 1920’ler hayranı olan bohem yazar Gil ise bunu şaşkınlıkla karşılıyor
ve 1920’lerin ne kadar ilham verici olduğunu savunuyor ama sonunda o da
izleyiciyle birlikte paradoksu fark ediyor.
Benim
çok yaşamak istediğim 1960’larda da insanlar 1920’lerin kadife ceketlerini ve
dantel elbiselerini tercih edip 1800’lerdeki dekadan yazarlar gibi yaşamak
istemiyor muydu? Hatta 1960’ların giyim tarzından esinlenenler, o dönemin
modasının 1920’lerin, hatta daha da eski dönemlerin kopyası olduğunu fark
edecektir. Şimdinin vintage’ı 1960’larsa o zamanın vintage’ı da 1920’lerdi.
Ne
garip… Bazen hayatımızın ilham alarak geçtiğini düşünüyorum. İlham alarak ama
pek de somut bir şeyler üretmeden. Ruh hâlimizi korumak için ilham alıyoruz belki
de.
Suçu
yine teknolojiye atar gibi olacak, ama "İlham diye bir kavramının varlığı kesin, önemli olan insanı çalışırken yakalaması." diyen Picasso aynı zamanda ne demiş bakın:
“Bilgisayarlar
işe yaramazdır. Size sadece cevapları verebilirler.”
Tabii
ki Picasso, bilgisayarlarda yaratıcılığa yol açan pek çok olanağı görememişti, en basitinden photoshop programı gibi. Yine de belli bir bakış açısıyla bakarsak bu sözün
doğruluğunu kanıtlayan örnek durumlar bulabiliriz hayatımızda. Bilgisayara ya
iş ya da eğlence için bakıyoruz değil mi? Sözde çok pratik ve eğlenceli
olduğunu düşündüğümüz bilgisayar- hatta artık akıllı telefonlar- bazen yaşam
enerjimizi alır gibi olmuyor mu? Çok fazla bilgi almak ve her şeyi yargılamaktan bir şey üretmeye vakit kalmıyor bazen. Herkesle ilişkinin
sözde devam ettirildiği ve 24 saat ulaşılabilir olmanın en kolay yolu Whatsapp
gibi platformların olmadığı, sadece SMS ve çağrı yoluyla iletişim kurduğum
günleri özlüyorum. Çünkü fark etmeden çok fazla şey yüklüyoruz kendimize ve tam
anlamıyla bir “overload” oluyor, çaktırmadan stres de beraberinde geliyor.
Beyninizi temsil eden bir kova düşünün. İçine doldurduğunuz su ise her türlü bilgi. Kovayı dolduruyorsunuz, dolduruyorsunuz fakat bir süre sonra kovada yer kalmıyor, su taşıyor. Taşan su hiçbir işe yaramıyor. Var olan bilgiyi de kendiyle birlikte sürüklüyor. İşte günümüzde olan bu!
Beyninizi temsil eden bir kova düşünün. İçine doldurduğunuz su ise her türlü bilgi. Kovayı dolduruyorsunuz, dolduruyorsunuz fakat bir süre sonra kovada yer kalmıyor, su taşıyor. Taşan su hiçbir işe yaramıyor. Var olan bilgiyi de kendiyle birlikte sürüklüyor. İşte günümüzde olan bu!
Bu
küçük kişisel gelişim bölümünden sonra tekrar konumuza dönecek olursak…
Nostalji
yaparken aslında belli bir an'a değil, o anın bize hissettirdiği şeye özlem
duyuyoruz. Bazı şarkıları dinlerken o şarkıyı ilk veya en çok dinlediğiniz
zamanlara geri dönmemiz gibi… Şarkılar ve deneyimler özdeşleşiyor ve her
dinleyişte beyin bir “geri çağırma” yapıyor ve o ana ışınlanıyoruz. O duyguları
yeniden yaşıyoruz. Belki şarkı hiç bitmesin istiyoruz, belki de şarkıyı hırsla
değiştiriyoruz hemen. Ama şu kesin ki, bu durum bizi derinden etkiliyor.
İşte
sevgili okur, bazı dönemler var ki benim gibi bir kez kokusunu aldınız mı, bir
parçanızı kaptırdınız mı geri dönemiyorsunuz. Benim bir yanım hep 1960’ların
sonunda mesela. Belki California’da bir festivalde Jimi Hendrix’i dinliyor,
belki New York’ta Greenwich bölgesinde Bob Dylan ve Allen Ginsberg’le felsefe
konuşuyor, belki Londra’da Beatles’ın albüm lansmanında kendinden geçiyor ve
“Yaşamak için ne güzel bir zaman!” diyor.
Belki o
zamanlarda yaşasaydım öyle demeyecektim, kim bilir. Ama şu anda
yapabileceklerim:
- Zaman
makinesinin icat edilmesini dilemek,
- Sadece
bir şarkı açarak, bir paragraf okuyarak veya bir fotoğrafa bakarak mutlu
olabildiğim gerçeğini takdir etmek,
-
Sevdiğim döneme aşırı bağlanmadan hayatımın bir parçası hâline getirmek – bir
nevi çizgileri bulanıklaştırmak: profesyonel hayatımla ilgi alanımı bir şekilde
birleştirmek,
- Her
zaman zihnimde ziyaret edebileceğim bir sığınağım olduğunu bilmek,
- Benim
gibi düşünen insanlarla bu duygularımı paylaşmak.
Bu blogu
yazmamın en önemli nedeni de bu zaten!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder