30 Mayıs 2016 Pazartesi

Something, Do I Wanna Know ve bilinmezin çekiciliği

Bilinmeyen korkutucudur, ama her zaman çekicidir.

Bir düşünün, hayatta ne yapıyorsak meraktan yapmıyor muyuz?

Gezegenlerin keşfinden yeni tanıştığımız birini daha yakından tanıma isteğine kadar yaşamımızda verdiğimiz kararlar ve bunları takip eden pek çok aksiyon, hep dindiremediğimiz merak duygusunun emriyle gerçekleşir. Ve bilmediğimiz, bilmek istediğimiz, gizemli ve bir türlü çözemediğimiz şeyler hep daha heyecan vericidir.

“Bağdat’ı fethetmeye çalışmak, Bağdat’ın kendisinden daha mı güzeldi, ne?” demiş IV. Murat… Bazen bu sözün ne kadar doğru olduğunu düşünürüm.

Neden aşkların ta başlangıçtaki hâli en güzel zamandır? Henüz flörtleşmelerin bile dikkatlice ve suları test ederek yapıldığı zamanlar? Peki neden yıllardır sorunsuz ilerleyen bazı ilişkiler bir süre sonra taraflardan birinin karşısındaki kişiyi çok sevmesine rağmen başka birine ilgi duymasıyla son bulur?

Çok sevdiğimiz ünlü kişiler konusunda da bazen kendimizi bilinmezliğin çekiciliğine kaptırabiliriz mesela. O zamana kadar hakkında az şey bildiğimiz hâlde kafamızda yarattığımız imajı ve kurduğumuz hayalleriyle örtüşmediğini görürüz bazılarıyla tanışma fırsatı bulunca. Kanlı canlı görüp konuşunca aslında yücelttiğimiz kadar mükemmel biri olmadığını fark eder, hayal kırıklığına uğrarız.

Leyla ile Mecnun misali… Birini görmeden, iyice tanımadan ona obsesif bir şekilde bağlanmak, ona ulaşma yolculuğunda aslında kendini tanıyıp keşfetmek…

İlişkiler de böyle değil midir? Kendimizi istesek de istemesek de birine çekilirken buluruz ve o kişinin de aynı duyguları hissedip hissetmediğini, onda neyi çekici bulduğumuzu kendimize sorar dururuz. Bu sorulara cevap bulmaya çalışırken kendimizi hasta bile edebiliriz çünkü bilindiği üzere aşkta her zaman mantık yoktur.

Tanımlanması ve kalıplara sokulması bu kadar güç bir şey olan aşkı ve aşk yüzünden kendimize sorduğumuz soruları ve girdiğimiz çelişkili ruh hâllerini sanatçılardan başka kim daha iyi anlatabilir?

***

İki İngiliz müzik grubu. İki şarkı.

İki grup da dönemlerinin en başarılı ve etkileyici grupları olarak tanımlanıyor.

İki şarkı da aşk ve belirsizlikler üzerine kurulu.

Şarkılardan ilki, Frank Sinatra’nın bile “son 50 yılın en iyi aşk şarkısı” olarak tanımladığı bir şarkı.

İkincisi ise günümüzde karşıdakinin duygularından emin olamamanın verdiği sıkıntıyı en basit, en şiirsel ve en vurucu şekilde anlatan; belki de bir jenerasyonun aşk marşı olan bir şarkı.

1968 yılında George Harrison, bir yıl sonra Beatles’ın kaydettiği son albümünde yer alacak olan Something şarkısını yazar. Şarkının ilham kaynakları arasında o dönemki eşi Pattie Boyd, Krishna ve Ray Charles var. Bu çeşitlilik George Harrison gibi spiritüel biri için normal; ona göre aşk, her yerdedir ve “Bir kadını severken, gördüğünüz şey o kadının içindeki Tanrı’dır.” Tatlı ve romantik bir aşk şarkısı gibi görünen bu şarkı, bütün şüpheleriyle, gözlemleriyle ve sorularıyla içinde gizli bir derinlik barındırıyor.

Something in the way she moves
Attracts me like no other lover
Something in the way she woos me
Somewhere in her smile she knows
That I don’t need no other lover
Something in her style that shows me
Something in the way she knows
And all I have to do is think of her
Something in the things she shows me

“Bir şey”… Bu kızdaki bir şey; hareket edişindeki, flört edişindeki, gülüşündeki, stilindeki, bildiklerindeki ve gösterdiklerindeki bir şey… Onda öyle duygular uyandırıyor ki:

Don’t want to leave her now
You know I believe and how
You’re asking me, will my love grow?
I don’t know, I don’t know
You stick around now it may show
I don’t know, I don’t know

Onu terk etmek istemiyor ama aşkının devam edip etmeyeceği konusunda garanti de veremiyor. Normali de bu değil mi?  İnsan doğası değil mi bu?

“Bilmiyorum, bilmiyorum…”

Bilmemeyi itiraf etmek kolay bir şey değil bizim için, güçsüz ve savunmasız görünmek istemiyoruz hiçbir zaman. Onun için içi boş vaatlerle kandırıyoruz birbirimizi.

“Ölüm bizi ayırana dek…” “Sonsuza kadar…”

Böyle büyük lafları kullanmayı çok seviyoruz, sanki bunları deyince aşkımız tükenmeyecek, hep aynı boyutta ve şiddette kalacak.

Yok öyle hayat!

Kendini aylarca, yıllarca meditasyona ve Hint felsefesine adamış sevgili George Harrison, işi çözmüş.

O, inançlı. Tanrı’ya inancı var, aşka inancı var, insanlığa inancı var. Ama etrafındakilere en iyisini verebilmenin yolunun, kendini belli sözlere bağlamamasından geçtiğinin farkında. Dıştakini anlamak için önce içine, en derinlere bakmak gerektiğini söylüyor. İnsanın değişebilen bir varlık olduğunu kabul ediyor. Kendini açıyor, savunmasız bırakıyor ki en doğal, en masum duyguları ortaya çıksın.

Yani kısaca “Ben seni seviyorum, neden bilmiyorum ama sendeki bir şey beni sana çekiyor. Aşkım daha ileri gidecek mi bilmiyorum ama istersen gel birlikte görelim…” diyor düz yazıya dökersek.

Ama boşverin kıssadan hisseyi… George, Beatles ile birlikte anlatsın aşkın en saf, en yüce 
hâlini…

Not: Klipte uzun saçları ve sakalıyla İsa’yı andıran kişi, George. Onunla bakışan sarışın, mavi gözlü çekici kadın ise Pattie Boyd. Sene 1969.

İkinci şarkımız, 2013’ten. Günümüzün en iyi şarkı yazarlarından biri olan Alex Turner, grubu Arctic Monkeys’in ağır top albümü AM’in açılış şarkısını yazarken acaba biliyor muydu bu şarkıyla binlerce yeni hayran kazanacağını ve kanaatimce müzik tarihine altın harflerle geçeceğini? Arctic Monkeys ile Beatles’ı karşılaştırmak ve hatta aynı kefeye koymak bana kesinlikle mantıksız gelmiyor çünkü tarzlarını pek çok boyutta ele aldığımızda benzerlikler görüyoruz. Bir şarkı sizi mutluluktan havalara uçuruyorsa, “Bunu bir insan nasıl yazabilir?” diye sorgulatıp insan ırkı adına gurur duymanızı sağlıyorsa, sonunda sizi anlayan biri olduğunu hissettiriyorsa ve gözünüzden bir damla yaş akmasına sebebiyet veriyorsa… O şarkıyı yazan grup; tüm zamanların en iyi grubudur! Ve Arctic Monkeys, ilk albümünden başlayarak bu duyguları benim gibi milyonlarca insana hissettirerek bu mertebeye çoktan ulaşmış durumda.

Beni grupla tanıştıran, “Ah, keşke önceden duysaydım da grubu tanısaydım ve İstanbul’a Rock ‘N Coke’a geldiklerinde kaçırmasaydım!” dedirten, ve bana ta Roma’da bir barda hayatımda ilk kez karaoke söyleten şarkı, Do I Wanna Know’dur.

Grubun eski hayranlarının bir bölümü nedense yeni hayranları ezmeye meyillidir. “AM albümünden önce grubu bilenler ve bilmeyenler” olarak ayrım yaparlar ve “Do I Wanna Know Arctic Monkeys’cisi” diye bir sınıfa bile sokarlar! Tıpkı “Nothing Else Matters Mettalica’cısı” ya da “Sweet Child ‘O Mine Guns ‘N Roses’cısı” gibi… Önce bu sınıflandırmayı komik bulurdum fakat şimdi gereksiz gelmeye başladı. Özellikle Do I Wanna Know’u dinledikten sonra sıkı bir Arctic Monkeys hayranı olduktan sonra. Bir şarkı, o grubu daha geniş bir kitleye ulaştırıyorsa ve bazı kişilerin grubu keşfetmesini ve grup sayesinde hayatlarının değişmesini sağlıyorsa… Bu neden alay edilecek bir şey olsun? Hatta grubun hayran kitlesi kazanmasını geçtim, bir kişi sadece o şarkıyı sevip hayatının sonuna kadar o gruptan sadece o şarkıyı dinlese bile bunun ne zararı var? Önemli olan, zevk almak değil mi? Şarkının hissettirdiklerine kendini açmak ve hazza boğulmak…

Belirsizlik konumuza dönersek…

Do I Wanna Know, adından da belli olduğu üzere sorularla dolu bir şarkı.

Have you got colour in your cheeks? diye başlayıp,
Do I wanna know if these feelings flow both ways? diye sorgulayan,
Ever thought of calling when you had a few? diye devam eden ve
Do you want me crawling back to you? diye “damardan” bir soruyla kapanışı yapan bir başyapıt.

Şarkıda adam, sevdiği kadına sorular soruyor, hareketlerini, duygularını sorguluyor ve kendi gibi hissedip hissetmediğinden emin olmak istiyor.

Been wondering if your heart’s still open and if so I wanna know what time it shuts

Ah Alex, keşke bilebilsek o kalbin kapısı ne zaman açılır, kapanır… Biz de merak ediyoruz senin gibi. O yüzden dinliyoruz ya bu şarkıyı. O yüzden bu kadar özdeşleştiriyoruz kendimizi bu şarkıyla, sen tam anlamıyla “duygularımıza tercüman” oluyorsun.

Aslında en büyük, en önemli soruyu kendisine soruyor burada: Do I Wanna Know? Yine George Harrison’ın “önce içine dön” felsefesine bağlayabiliriz bunu. Bilmek istiyor muyum? Gerçekten istiyor muyum senin de beni sevip sevmediğini? Yoksa böyle daha mı iyi, belki öğrenmesem daha iyi, daha az zarar görürüm?

Bilmek ya da bilmemek, işte bütün mesele bu…

Something ile kıyaslayınca Do I Wanna Know, çok daha karanlık ve çaresiz bir şarkı aslında. Şarkıcı resmen yalvarıyor, yakarıyor çelişkilerini ve isteklerini çözebilmek için. Sorularına son verme isteğiyle kıvranıyor. O kadar ki bu karışık durumdan, bilinmezlikten zevk bile alıyor olabilir. Bizim neslimiz özelikle böyle değil mi? İnsan ilişkilerinde bulanıklaşan çizgiler, “takılmaca” mı yoksa “uzun süreli ilişkiye giden bir yol” mu diye paranoyaklaşma derecesine gelen sorgulamalar, hep bir güçlü gözükme ve duygularını itiraf eden ilk kişi olmama isteği… Bu yüzden bu kadar sahiplenildi bu şarkı belki de. Bu yüzden loop’a alınarak dinleniyor birinden hoşlanınca, ayrılınca, ayrılamayınca, ya da hiç kimse olmasa bile. Bu şarkı gerek sözleriyle gerek her türlü müzik elementiyle dinledikten sonra gerçek anlamda yerlerde sürünmüş, hatta bir de üstüne tokat yemiş hissi bırakıyor.

2 yorum:

  1. Kaleminizin güzelliği ve müzik birikiminize hayran oldum. Gerçekten çok başarılı yazılar. Okuması keyifli, sanatın önemli bir kolunda çekicilik uyandıran ama daha çok yazana saygı duyduran enfes yazılar. Saygılarımla

    YanıtlaSil