Bilinmeyen
korkutucudur, ama her zaman çekicidir.
Bir
düşünün, hayatta ne yapıyorsak meraktan yapmıyor muyuz?
Gezegenlerin
keşfinden yeni tanıştığımız birini daha yakından tanıma isteğine kadar
yaşamımızda verdiğimiz kararlar ve bunları takip eden pek çok aksiyon, hep
dindiremediğimiz merak duygusunun emriyle gerçekleşir. Ve bilmediğimiz, bilmek istediğimiz, gizemli ve bir türlü çözemediğimiz şeyler hep daha heyecan
vericidir.
“Bağdat’ı fethetmeye çalışmak, Bağdat’ın kendisinden daha mı güzeldi, ne?” demiş IV. Murat… Bazen bu sözün ne kadar doğru olduğunu düşünürüm.
Neden aşkların ta başlangıçtaki hâli en güzel zamandır? Henüz flörtleşmelerin bile dikkatlice ve suları test ederek yapıldığı zamanlar? Peki neden yıllardır sorunsuz ilerleyen bazı ilişkiler bir süre sonra taraflardan birinin karşısındaki kişiyi çok sevmesine rağmen başka birine ilgi duymasıyla son bulur?
Neden aşkların ta başlangıçtaki hâli en güzel zamandır? Henüz flörtleşmelerin bile dikkatlice ve suları test ederek yapıldığı zamanlar? Peki neden yıllardır sorunsuz ilerleyen bazı ilişkiler bir süre sonra taraflardan birinin karşısındaki kişiyi çok sevmesine rağmen başka birine ilgi duymasıyla son bulur?
Çok
sevdiğimiz ünlü kişiler konusunda da bazen kendimizi bilinmezliğin çekiciliğine
kaptırabiliriz mesela. O zamana kadar hakkında az şey bildiğimiz hâlde kafamızda
yarattığımız imajı ve kurduğumuz hayalleriyle örtüşmediğini görürüz bazılarıyla
tanışma fırsatı bulunca. Kanlı canlı görüp konuşunca aslında yücelttiğimiz
kadar mükemmel biri olmadığını fark eder, hayal kırıklığına uğrarız.
Leyla
ile Mecnun misali… Birini görmeden, iyice tanımadan ona obsesif bir şekilde
bağlanmak, ona ulaşma yolculuğunda aslında kendini tanıyıp keşfetmek…
İlişkiler
de böyle değil midir? Kendimizi istesek de istemesek de birine çekilirken
buluruz ve o kişinin de aynı duyguları hissedip hissetmediğini, onda neyi
çekici bulduğumuzu kendimize sorar dururuz. Bu sorulara cevap bulmaya
çalışırken kendimizi hasta bile edebiliriz çünkü bilindiği üzere aşkta her
zaman mantık yoktur.
Tanımlanması
ve kalıplara sokulması bu kadar güç bir şey olan aşkı ve aşk yüzünden kendimize
sorduğumuz soruları ve girdiğimiz çelişkili ruh hâllerini sanatçılardan başka
kim daha iyi anlatabilir?
***
İki
İngiliz müzik grubu. İki şarkı.
İki
grup da dönemlerinin en başarılı ve etkileyici grupları olarak tanımlanıyor.
İki
şarkı da aşk ve belirsizlikler üzerine kurulu.
Şarkılardan
ilki, Frank Sinatra’nın bile “son 50 yılın en iyi aşk şarkısı” olarak
tanımladığı bir şarkı.
İkincisi
ise günümüzde karşıdakinin duygularından emin olamamanın verdiği sıkıntıyı en
basit, en şiirsel ve en vurucu şekilde anlatan; belki de bir jenerasyonun aşk
marşı olan bir şarkı.
1968
yılında George Harrison, bir yıl sonra Beatles’ın kaydettiği son albümünde yer
alacak olan Something şarkısını yazar. Şarkının ilham kaynakları arasında o
dönemki eşi Pattie Boyd, Krishna ve Ray Charles var. Bu çeşitlilik George
Harrison gibi spiritüel biri için normal; ona göre aşk, her yerdedir ve “Bir
kadını severken, gördüğünüz şey o kadının içindeki Tanrı’dır.” Tatlı ve
romantik bir aşk şarkısı gibi görünen bu şarkı, bütün şüpheleriyle,
gözlemleriyle ve sorularıyla içinde gizli bir derinlik barındırıyor.
Something in the way she moves
Attracts me like no other lover
Something in the way she woos me
…
Somewhere in her smile she knows
That I don’t need no other lover
Something in her style that shows me
…
Something in the way she knows
And all I have to do is think of her
Something in the things she shows me
“Bir
şey”… Bu kızdaki bir şey; hareket edişindeki, flört edişindeki, gülüşündeki,
stilindeki, bildiklerindeki ve gösterdiklerindeki bir şey… Onda öyle duygular
uyandırıyor ki:
Don’t want to leave her now
You know I believe and how
…
You’re asking me, will my love grow?
I don’t know, I don’t know
You stick around now it may show
I don’t know, I don’t know
Onu
terk etmek istemiyor ama aşkının devam edip etmeyeceği konusunda garanti de
veremiyor. Normali de bu değil mi? İnsan
doğası değil mi bu?
“Bilmiyorum,
bilmiyorum…”
Bilmemeyi
itiraf etmek kolay bir şey değil bizim için, güçsüz ve savunmasız görünmek
istemiyoruz hiçbir zaman. Onun için içi boş vaatlerle kandırıyoruz birbirimizi.
“Ölüm
bizi ayırana dek…” “Sonsuza kadar…”
Böyle
büyük lafları kullanmayı çok seviyoruz, sanki bunları deyince aşkımız
tükenmeyecek, hep aynı boyutta ve şiddette kalacak.
Yok
öyle hayat!
Kendini
aylarca, yıllarca meditasyona ve Hint felsefesine adamış sevgili George
Harrison, işi çözmüş.
O,
inançlı. Tanrı’ya inancı var, aşka inancı var, insanlığa inancı var. Ama
etrafındakilere en iyisini verebilmenin yolunun, kendini belli sözlere
bağlamamasından geçtiğinin farkında. Dıştakini
anlamak için önce içine, en derinlere bakmak gerektiğini söylüyor. İnsanın
değişebilen bir varlık olduğunu kabul ediyor. Kendini açıyor, savunmasız
bırakıyor ki en doğal, en masum duyguları ortaya çıksın.
Yani
kısaca “Ben seni seviyorum, neden bilmiyorum ama sendeki bir şey beni sana
çekiyor. Aşkım daha ileri gidecek mi bilmiyorum ama istersen gel birlikte
görelim…” diyor düz yazıya dökersek.
Ama
boşverin kıssadan hisseyi… George, Beatles ile birlikte anlatsın aşkın en saf,
en yüce
hâlini…
Not:
Klipte uzun saçları ve sakalıyla İsa’yı andıran kişi, George. Onunla bakışan sarışın, mavi gözlü çekici kadın ise Pattie Boyd. Sene 1969.
İkinci şarkımız,
2013’ten. Günümüzün en iyi şarkı yazarlarından biri olan Alex Turner, grubu
Arctic Monkeys’in ağır top albümü AM’in açılış şarkısını yazarken acaba biliyor
muydu bu şarkıyla binlerce yeni hayran kazanacağını ve kanaatimce müzik
tarihine altın harflerle geçeceğini? Arctic Monkeys ile Beatles’ı
karşılaştırmak ve hatta aynı kefeye koymak bana kesinlikle mantıksız gelmiyor
çünkü tarzlarını pek çok boyutta ele aldığımızda benzerlikler görüyoruz. Bir
şarkı sizi mutluluktan havalara uçuruyorsa, “Bunu bir insan nasıl yazabilir?”
diye sorgulatıp insan ırkı adına gurur duymanızı sağlıyorsa, sonunda sizi
anlayan biri olduğunu hissettiriyorsa ve gözünüzden bir damla yaş akmasına
sebebiyet veriyorsa… O şarkıyı yazan grup; tüm zamanların en iyi grubudur! Ve
Arctic Monkeys, ilk albümünden başlayarak bu duyguları benim gibi milyonlarca
insana hissettirerek bu mertebeye çoktan ulaşmış durumda.
Beni
grupla tanıştıran, “Ah, keşke önceden duysaydım da grubu tanısaydım ve
İstanbul’a Rock ‘N Coke’a geldiklerinde kaçırmasaydım!” dedirten, ve bana ta
Roma’da bir barda hayatımda ilk kez karaoke söyleten şarkı, Do I Wanna
Know’dur.
Grubun
eski hayranlarının bir bölümü nedense yeni hayranları ezmeye meyillidir. “AM
albümünden önce grubu bilenler ve bilmeyenler” olarak ayrım yaparlar ve “Do I
Wanna Know Arctic Monkeys’cisi” diye bir sınıfa bile sokarlar! Tıpkı “Nothing
Else Matters Mettalica’cısı” ya da “Sweet Child ‘O Mine Guns ‘N Roses’cısı”
gibi… Önce bu sınıflandırmayı komik bulurdum fakat şimdi gereksiz gelmeye
başladı. Özellikle Do I Wanna Know’u dinledikten sonra sıkı bir Arctic Monkeys
hayranı olduktan sonra. Bir şarkı, o grubu daha geniş bir kitleye ulaştırıyorsa
ve bazı kişilerin grubu keşfetmesini ve grup sayesinde hayatlarının değişmesini
sağlıyorsa… Bu neden alay edilecek bir şey olsun? Hatta grubun hayran kitlesi
kazanmasını geçtim, bir kişi sadece o şarkıyı sevip hayatının sonuna kadar o
gruptan sadece o şarkıyı dinlese bile bunun ne zararı var? Önemli olan, zevk
almak değil mi? Şarkının hissettirdiklerine kendini açmak ve hazza boğulmak…
Belirsizlik
konumuza dönersek…
Do I
Wanna Know, adından da belli olduğu üzere sorularla dolu bir şarkı.
Have you got colour in your cheeks? diye başlayıp,
Do I wanna know if these feelings
flow both ways? diye sorgulayan,
Ever thought of calling when you had
a few? diye
devam eden ve
Do you want me crawling back to you?
diye “damardan” bir
soruyla kapanışı yapan bir başyapıt.
Şarkıda
adam, sevdiği kadına sorular soruyor, hareketlerini, duygularını sorguluyor ve
kendi gibi hissedip hissetmediğinden emin olmak istiyor.
Been wondering if your heart’s still
open and if so I wanna know what time it shuts
Ah
Alex, keşke bilebilsek o kalbin kapısı ne zaman açılır, kapanır… Biz de merak
ediyoruz senin gibi. O yüzden dinliyoruz ya bu şarkıyı. O yüzden bu kadar
özdeşleştiriyoruz kendimizi bu şarkıyla, sen tam anlamıyla “duygularımıza
tercüman” oluyorsun.
Aslında
en büyük, en önemli soruyu kendisine soruyor burada: Do I Wanna Know? Yine
George Harrison’ın “önce içine dön” felsefesine bağlayabiliriz bunu. Bilmek
istiyor muyum? Gerçekten istiyor muyum senin de beni sevip sevmediğini? Yoksa
böyle daha mı iyi, belki öğrenmesem daha iyi, daha az zarar görürüm?
Bilmek
ya da bilmemek, işte bütün mesele bu…
Something
ile kıyaslayınca Do I Wanna Know, çok daha karanlık ve çaresiz bir
şarkı aslında. Şarkıcı resmen yalvarıyor, yakarıyor çelişkilerini ve
isteklerini çözebilmek için. Sorularına son verme isteğiyle kıvranıyor. O kadar
ki bu karışık durumdan, bilinmezlikten zevk bile alıyor olabilir. Bizim
neslimiz özelikle böyle değil mi? İnsan ilişkilerinde bulanıklaşan çizgiler,
“takılmaca” mı yoksa “uzun süreli ilişkiye giden bir yol” mu diye
paranoyaklaşma derecesine gelen sorgulamalar, hep bir güçlü gözükme ve
duygularını itiraf eden ilk kişi olmama isteği… Bu yüzden bu kadar sahiplenildi
bu şarkı belki de. Bu yüzden loop’a alınarak dinleniyor birinden hoşlanınca,
ayrılınca, ayrılamayınca, ya da hiç kimse olmasa bile. Bu şarkı gerek
sözleriyle gerek her türlü müzik elementiyle dinledikten sonra gerçek anlamda
yerlerde sürünmüş, hatta bir de üstüne tokat yemiş hissi bırakıyor.
Kaleminizin güzelliği ve müzik birikiminize hayran oldum. Gerçekten çok başarılı yazılar. Okuması keyifli, sanatın önemli bir kolunda çekicilik uyandıran ama daha çok yazana saygı duyduran enfes yazılar. Saygılarımla
YanıtlaSilÇok teşekkürler güzel yorumunuz için.
Sil