5 Eylül 2016 Pazartesi

Get on Up: "Patron" James Brown'ın zirveye yükselişi


Benim gibi 90'ların sonu 2000'lerin başında çocuk olanların çoğu, James Brown'la Pazar Keyfi programının başında "Whoa! I feel good!" vokali ve peşinden gelen efsanevi birkaç notayı duyduğumuz I Feel Good şarkısı sayesinde tanışmıştır eminim. 

James Brown, müzik yapmaya başladığından beri bütün jenerasyonları etkilemiş biridir. Funk, R&B ve soul müziğinin babası olmasının yanı sıra ilk dünya çapında meşhur siyahi entertainer diyebiliriz. 

2006'da hayatını kaybeden Brown'un ardından 2014 yılında ismini şarkıcının "Get Up (I Feel Like Being A) Sex Machine" şarkısının dizesinden alan Get On Up filmi çekildi. Yapımcılığını da Brown'ın hayranı olan ve en az onun kadar ünlü olan tanıdık bir isim üslendi: Mick Jagger. James Brown ve Mick Jagger ikilisini duyunca bu filmi görmek elzem oldu zaten. Sonunda geçen hafta izlemek kısmetmiş filmi yine James Brown seven bir arkadaşımla.

Filmden önce James Brown'ın hayatı hakkında pek bir bilgim yoktu açıkçası. Film de olayları kronolojik sırayla anlatmak yerine Brown'ın hayatının en önemli anlarını, "highlight"larını göstererek anlatıyor. Bu tarz, bazı filmlerde kafa karışıklığına yol açabiliyor; "şimdi hangi tarihteyiz?", "bu da kim?" gibi sorular sorduğunuz filmler vardır ya. Bu film de biraz öyle, ben takip etmekte zorlanmadım ama bazı insanlar çok rahat etmeyebilir; tarihlere ve yerlere iyi dikkat etmek lazım izlerken. Brown'ı en etkileyen anlar, hayatından kesitler olarak veriliyor ve siz film boyunca parçaları birleştirerek ilerliyorsunuz, Brown'ın ve etrafındakilerin psikolojisini anlıyorsunuz. Üstelik Brown'ın ailesi de işin içinde olduğu için filmde çok fazla abartılmış ya da uydurulmuş kesitler yok. Mesela Brown'ın tüfekle binaya daldığı sahneyi ailesine  "Bunu gösterelim mi, James böyle bir şey yapar mıydı?" diye soran yönetmen Tate Taylor, "Ah, evet, gösterin, James kesinlikle böyle biriydi." cevabını almış.

Buna bir de çok güzel müzik eşlik ediyor tabii ki. Sex Machine'in yanı sıra Cold Sweat, Please, Please, Please, Papa's Got a Brand New Bag, Get Up Offa That Thing ve It's A Man's Man's Man's World gibi şarkıları duyuyorsunuz film boyunca ve kendinizi eşlik edip tempo tutmaktan alıkoyamıyorsunuz. James Brown'ı bütün travmatik olaylardan kurtaran, ona bir umut ışığı olan ve kendini güçlü hissetmesini sağlayan tek şeyin de müzik olduğunu gösteriyor film bize. Ta çocukken siyahilerin gittiği bir kiliseye girdiğinde insanların çılgıncasına ilahi söyleyip dans ettiğini gördüğü sahnede tanık olduğumuz üzere bunun onu çok etkilediği belliydi.

Filmin içinde Rolling Stones ile ilgili küçük bir sahne olması beni gülümsetti. James Brown 1964'te T.A.M.I. Show'da kendisinin değil Rolling Stones'un en son grup olarak çıkmasına çok bozulur ve bu "yeniyetme İngiliz"lerden oluşan grubu aşağılar. Öyle bir performans sergiler ki Rolling Stones hem hayran kalır hem bozulur. Bu sahnede şovdan gerçek görüntüler de kullanmaları hoş bir detay olmuş ve daha gerçekçi kılmış sahneyi.

Brown'ın Little Richard'la tanıştığı sahne de en aklımda yer eden sahnelerden biri. Brandon Mychal Smith, Little Richard'a sadece çok benzememiş, mükemmel oynamış. Önce kendine bir rakip olarak gördüğü, o zamanlar yeni ünlenmeye başlamış Little Richard'ın Brown'a şov dünyası konusunda öğüt verip yardımcı olduğunu görüyoruz. Aralarında geçen bir konuşma tüyler ürperticiydi. "Bir gün bir beyaz şeytan sana gelip 'Ne istiyorsun?'" diye soracak." diyordu Little Richard James Brown'a. Bunu sadece şov dünyası için mi yoksa genel olarak mı söylediğini sorguladım. Birkaç sahne sonra Brown'ın Dan Aykroyd'un oynadığı "beyaz" menajeri Ben Bart'la tanışması ve Bart'ın ona aynı soruyu sorması da düşündürdü ama sonra ikilinin birbirlerini kollayıp yakın arkadaş olmaları onun asıl beyaz şeytan olmadığını kanıtladı. 

Film, James Brown'ın en yakın arkadaşı Bobby Byrd ile olan ilişkisi üstünde çok duruyor. Nelsan Ellis'in oynadığı Byrd, Brown'u keşfeden ve sonra arka plana düşen bir arkadaşı olsa da onun en büyük yardımcısı ve destekçisi. Diğer herkes gibi o da Brown'a "Mr. Brown, Sir, Boss" diye hitap ediyor. Herkes onun nasıl Brown'ın kaprislerine katlandığını soruyor ama bu ona o kadar da garip gelmiyor. En sonunda bu güç dengesizliği bir yerde patlıyor ve ikilinin arası açılıyor fakat filmin sonunda bu iki müzisyen ve arkadaşın ilişkisinin gücü ve Brown'ın zeytin dalı uzatmasıyla toparlanıyor.

Sanırım filmin başarısının formüllerinden biri de, her duyguyu eşit derecede barındırması. Çok iç parçalayıcı sahneler de var, çok şaşırtan sahneler de, çok gaza getirip dans ettiren de çok güldüren de. Dozu çok iyi ayarlanmış.

Son olarak Chadwick Boseman'a değinmek istiyorum çünkü James Brown karakterini oynamamış adeta yaşamış. James Brown'a fiziksel olarak çok benzemese de o kadar iyi oynamış ki saç ve makyaj artistlerinin de yardımıyla James Brown'a dönüşmüş. Elbette çok sıkı çalıştığı ses ve dans dersleri de meyvesini vermiş. Tüm şarkıları o söylemese de bazı sahnelerde kullanması gerektiği sesi Brown'ın sesine benzetmeyi başarmış. Brown'ın o kendine güvenen, güçlü duruşunu hiç sırıtmadan bize zaman zaman dördüncü duvarı yıkarak yansıtan Boseman ilk başta ikna olmamış bu filmde oynamaya. Yönetmen Taylor'la tanışınca onun tutkusundan etkilenip kadroya dahil olmuş hemen. Mick Jagger'la buluşup saatlerce Brown'ın şarkılarını dinlemiş, Jagger Boseman'a taktikler vermiş. 38 yaşındaki Boseman da film boyunca James Brown'ı 16 yaşından 60 yaşına kadarki dönemlerini başarıyla canlandırmış, alkışı hak etmiş.

Film gecemizi arkadaşımla James Brown şarkıları açıp çılgınca dans ederek bitirdik. Filmin ve James Brown'ın da bırakmak istediği etki bu değil mi? Her şeyi bırakıp birkaç dakikalığına kendini hiçbir şey düşünmeden müziğe, dansa kaptırmak ve hayattan haz almak...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder